4 Ocak 2008 Cuma

ELEŞTİRİ

Eleştiri nedir? Aslına bakarsanız amacımız bu sorunun cevabının verilmesinden çok, Cumhuriyet tarihi eleştirisine bir bakış anlamı taşıyor. Eleştiri nedir sorunsalı ise gerçekten üzerine bir ton şey yazılabilecek çetrefilli bir konu olma özelliğinde. Gerek felsefi gerekse de edebiyat açısından olsun bu soruya verilecek cevap gayet yorucu bir çalışmayı göze almayı gerektiriyor; eğer gerçek manada eleştirinin ne olup olmadığı açığa çıkartılmak isteniyorsa tabii.Biraz öncede belirtildiği gibi asıl konumuz eleştirinin ne olup olmadığı değil; bu sorunun yanıtlandığını varsayarak, Cumhuriyet tarihi tiyatro eleştirisine bir göz atmak. Cumhuriyet tarihi denince doğal olarak Cumhuriyetin ilan edildiği tarihi milat olarak kabul etmek gerekmekte buda malum 1923 yılı; bu tarihten başlayarak 90 lı yıllara kadar ki tiyatro eleştirisi içinde bir serüvene çıkacağız.İncelemeyi kronolojik bir seyirde ilerletmeyi daha doğru buluyorum. Bu şekilde dönemler arasında ki değişimleri, gelişimleri bir akış içinde görebilmek mümkün olacaktır.
Türk tiyatrosu elbette ki Cumhuriyetten önce gerek Tanzimat gerekse meşrutiyet dönemlerinde etkinliklerini sürdürüyorlardı. Bu dönemlerde ki tiyatronun pek çok manada eksiklikleri mevcuttu. Örneğin bir kadın oyuncu sorunu, bir dil sorunu, yine seyirci sorunu tiyatro açısından büyük sıkıntılara neden oluyordu. Cumhuriyet dönemi tiyatrosu bu mirasın üzerine kurulup, belirtilen sorunlarla onlarda uğraşmışlardır. Ancak örneğin: kadın oyuncu meselesi Atatürk’ün adımlarıyla aşılmış, diğer konular ise uzun süreçli bir uğraş sonucunda eskisine nispetle düzelmeye başlamıştır.1923-1930 döneminde, tiyatronun yeterince gelişmemesine koşut olarak tiyatro eleştirisi de bir tiyatro eleştirisi formundan çok tanıtım yazısı özelliğindedir. Bu anlaşılır bir durumdur. Tiyatro toplumsala yeterince yayılamamış ve tanıtılamamışsa çıkan oyunların eleştirisini yapmak birazda kendini kandırmak anlamına geleceğinden, eleştiriden çok tanıtım yazısının yazılması doğal ve olması gerekendi. Aynı zamanda yetersiz tiyatro kültür ortamında tiyatro eleştirisi yazabilecek tiyatro adamları da yoktu; bu yüzden çıkan yazılar edebiyat adamlarınca yazılmışlardır. Böyle olduğu için kullanılan dil halkın dili değildir. Dil sorunu yakıcı olarak kendini göstermiştir. Kullanılan dil genelde Osmanlıca (arapça-farsça) ağırlıklıdır. Tanzimat döneminde aydınların dilde sadeleşme yönündeki tavırlarının bizzat kendi kullandıkları dille çelişmesi ve bu istemlerinin başarısızlığa uğraması gibi 23-30 yıllarında da kullanılan dil hala Osmanlıca ağırlıklıdır. Ayrıca yazıların edebiyat adamlarınca yazılması nedeniyle şiirsel bir üslup kendini göstermektedir. Yine yazılara baktığımızda gösterime yönelik her hangi bir değinmeyi göremiyoruz.Bu dönemin en önemli ismi; ki sonradanda önemini uzun yıllar koruyacak bir kişi olan Muhsin Ertuğrul’dur. Onun yazıları daha çok sanat kavramına yoğunlaşmıştır. “ sanat sanat içindir- Sanatın vasıta olduğu yerler- Tiyatronun içtimai hayatta tesirleri- Muhitin sanatkar üzerinde tesiri- sanat eseri olamayan tiyatrolarımız hiç olmazsa müfid olmalıdır. Sanat hiç şüphesiz ki sanat içindir. Fakat bu, sanatın vasıl olabileceği en yüksek noktasıdır. Bu noktaya erişilmeden evvel sanat daima başka bir vasıta diye kullanılmıştır” (Muhsin Ertuğrul-bize nasıl tiyatro lazım?”
23-30 döneminin Cumhuriyetin çocukluk çağı olması nedeniyle bu devrin tiyatrosu da yeni baştan örgütlenmeye çalışılıyor, yoğun bir yokluk yaşantısı içinde sanatın, sanat anlayışının da olamaması yüzünden yazarlar, edebiyatçılar aynen Tanzimat dönemi aydınları gibi (Şinasi, Namık Kemal) halkı bilinçlendirme, aydınlatma amacını güdüyorlardı yazılarında.
1930-1940’lı yıllarda tiyatro artık bir bütün olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu dönemin eleştirilerinde genel olarak ele alınan konular eleştirinin nasıl olması gerektiği, nitelikli eleştirmenlerin yokluğu sorunu yada sahnelenen oyunların metinleri üzerinedir. Metin üzerindeki gereğinden fazla duruş sorunu yani oyun öyküsünün uzun uzadıya anlatılması durumu yaygın bir eleştiri problemi olarak gözlemliyoruz.Yine bu dönemde milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde gerçekleştirilen kültür atılımıyla klasiklerin dilimize kazandırılması, batı klasiklerinin de sahnelenmesine vesile olmuştur. (ibsen’in per günt, shakespeare’in hamlet,macbet, kral lear, yanlışlıklar komedyası vb.) Uyarlamalardan çok çevirilerin yapılması, oyun çevirilerine yönelik eleştirileri de ortaya çıkarmıştır (hatalı çeviriler sorunu).Dil açısından eleştirilere baktığımızda eskisine oranla dilde bir sadeleşmenin olduğunu görmekteyiz ama bir çok eleştiride eskinin dil anlayışının kendini muhafaza ettiğine de tanık olmaktayız.Bu dönemde gerçekleşen ve bir ilk olarak söylenmesi gereken bir konuda çocuk tiyatrosundan ilk kez bahsedilmiş olmasıdır. Yazı Hikmet Feridun Es tarafından yazılmıştır: “ İstanbul Belediyesi gayet yerinde bir karar verdi. Yakında bizde de bir çocuk tiyatrosu kuruluyor. Bu tiyatronun başında uzun zaman çocuk tiyatrolarını tetkik etmiş Ertuğrul Muhsin gibi kuvvetli sanatkarlar var. Her halde kurulacak tiyatro memleket için bir kazanç olacak....”Dönemin siyasal ve toplumsal koşullarını bu eleştirilere yansımadığına inanıyorum. Yazıların belgesel özelliği olmadığı için o günün atmosferi hakkında pek bilgi bulmak mümkün olamıyor.
1923’ten 1940’a gelene kadar bir çok konuda gelişmelere tanıklık ediyoruz. Örneğin, dil devrimiyle birlikte dilde, ta Tanzimat devrinde özlemi duyulan dilde sadeleşme olgusunun, artık başarılmaya başladığını görmekteyiz. Yine tiyatro sanatı bu süreç zarfında kendi bütünlüğü içinde kavranmaya ve tanınmaya başlamıştır. Önceleri daha çok uyarlama eserleri oynayan topluluklar, çevirilerle birlikte batı klasiklerini de oynama fırsatı bulmuşlardır. Öyle ki Hamlet’in nasıl oynanması gerektiğine ilişkin bilgi veren yazılar dahi yazılmıştır (Selami İzzet Kayacan “şehir tiyatrosunda hamlet nasıl oynanır” )
Tiyatro ve eleştiri alanında gelişim 1940-1960 döneminde de sürmüştür. Bu dönemde tiyatroya bakış farklılaşmış, tiyatronun evrensel niteliği üzerine daha fazla durulmuştur. Bu nedenle çağdaş bir tiyatro yaratma amacı belirginlik kazanmıştır. Eleştiriler bu amacın sancısını taşımaktadır.Tiyatro olgusu eskiye oranla daha sağlıklı ele alınmaya başlanmıştır. Eleştiri alanında epey bir yol alınmış, gelişim sağlanmıştır. Bu anlamda bu dönemlerin en önemli ismi tavizsiz tavrı ve kullandığı üslupla Adnan Benk’tir. Adnan Benk’in uzlaşmaz ve dobra tavrını yukarda vurguladığımız çağdaş evrensel anlamda bir tiyatro yaratma gayesi açısından örneklendirebiliriz.“ Shakespeare’ in bu ünlü eserini Ertuğrul Muhsin tekrar sahneye koyacak dedikleri zaman Hamlet anlayışına bir yenilik getireceğini düşünmüştüm. Gerçekten de bir dünya sanatının ortak malı olan eserler karşısında bir rejisör için iki davranış vardır, ya klasik eseri tanımak ve halkın eğitimine hizmet etmek için çalışacak, yada eseri yeni bir anlayışla sahneye koyacaktır...) (Adnan Benk, “küçük sahnede hamlet)Bu dönem de eskiye oranla metin çözümlemelerinin daha iyi yapıldığını görmekteyiz. “piyes örgüsü bakımından ilk üç perdede vak’akla diyalogları bir birinden biraz ayırmış: son perdede ise en kuvvetli noktasına vararak muharrin patetiğe ulaşmıştır. Yer yer lirik yeni adlarla beslenen “soygun” realist kıymetlere bağlı kalmak ve hele ticaret hayatının iç yüzünü bütün dalavereleriyle: harp yılları lüksünü türlü çirkefliğe, sefaleti ise ıstırap verecek tafsilatı ile göstermek bakımından günün eseri sayılabilir” (Zahir Güvenik, “soygun” )Bu dönemin toplumsal siyasal durumuna baktığımızda DP iktidarının uyguladığı baskı yönetimi toplumsal hayata ve tiyatroya da yansımış tiyatroda pek çok sansür vakasıyla karşılaşılmış, bir çok noktada engellemelerle karşılaşılmıştır. Ancak bu otokratik siyasal ortamın yazılara yansımadığı yada başka bir deyişle eleştirilerde belge özelliğinin bulunmadığını görüyoruz.
1960 ile 70 ler arasında tiyatro neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi açısından en parlak, en hareketli çağını yaşamıştır. Özellikle muhalif-amatör ve özel tiyatrolar döneme damgasını vurmuş, seslerini yükseltmişlerdir. Bunda 61 anayasasının yarattığı görece demokratik ve özgürlükçü ortam, 50’lerin buhranını görmüş olanlar açısından büyük bir coşku ve rahatlamayla karşılanmıştır. Bu demokratik ortamda pek çok grup kurulmuş ve faaliyet yürütmüştür. Örneğin varlıklarını günümüze kadar sürdüren AST yada o yıllarda muhalif sanat alanında etkin tarzda tiyatro yapan Devrim İçin Hareket Tiyatrosunu örnekleyebiliriz. 60-70 döneminin eleştirisini incelersek gelişen tiyatro yaşantısına karşın çok güdük kalan bir tiyatro eleştirisi ortamı buluyoruz karşımızda. Eleştiri alanında 40-60 arası yükselen grafik 60-70 lerde tam tersine dönmüş yazılar eleştiri formundan uzaklaşmaya başlamıştır.Bir diğer nokta ise; dönemin hızlı toplumsal, siyasal yaşamını bu yazılarda neredeyse hiç göremiyoruz. Sanki eleştirmenler bambaşka dünyalarda yaşıyorlarmış gibi, sanki bu ülkenin havasını solumuyorlarmış gibiler.
Geçmişte başlayan ulusallaşma ve anti-emperyalist söylemin etkisiyle 1970-1980 li yıllar artık yabancı oyunlardan ziyade yerli oyunların sahnelendiği yıllar olmuştur. Siyasal ortam canlıydı bununla alakalı olarak muhalif kültür alanında savunulan şeylerin tiyatro yoluyla aktarma fikri güçlenmiştir (60-70 lerde de bu tarz topluluklar yoğun olarak vardı) ve bu siyasal hareketlilik içinde pek çok oyun yazarı ortaya çıkmıştır.Yazarların bu kadar çok arttığı ve önemli olanın ideolojik ileti olduğu bir dönemde doğal olarak yazar merkezli bir tiyatro ortamı yaşanmıştır.Bu dönem eleştirilerinin bir çoğu edebiyat adamlarınca yazılmış bu yüzden yazılar tiyatro eleştirisi formundan uzaklaşmıştır. Yinede olumlu bir özellik olarak söyleyebileceğimiz, yazıların bazılarında sahne yorumuna ağırlık verildiğidir.Bu dönemde bir ilk olan; bir çocuk oyunu üzerine eleştiri yazısı yayımlanmıştır. “Ankara Çocuk Tiyatrosu’nun Çağdaş Sahne salonunda sergilediği ikinci oyun “Becerikli Kanguru”...Bu yapıtın yazarı ve müziklerini hazırlayan Ahmet Önel. Yönetmeniyse bu tiyatronun kurucusu ve “Bir Şeftali Bin Şeftali”nin yönetmeni Salih Kalyon” (Hülya Nutku, Becerikli Kanguru)Eleştirilerin zamanın siyasal toplumsal durumunun ne kadar yansıttığına baktığımızda önceki dönem eleştirilerinde ki gibi eleştirilerin yaşamdan çok uzak olduğunu görüyoruz.
“1980 lerden başlayarak günümüze uzanan çizgide tiyatro eleştirisine baktığımızda karşımıza çıkan resmin önceki yıllarla aynı dinamiği, renkleri, coşkuyu taşımadığı görülür. Bunun nedenleri darbelerde, baskıcı eğilimlerde, özgürlüklerin kısıtlanmasında, sosyal çalkantılarda, giderek büyüyen ekonomik dengesizliklerde, eğitim sistemindeki sapmalarda görülür” (Dikmen Gürün, Tiyatro Yazıları)Bir bataklığa çevrilmişse yürüyeceğiniz yollar sizden, hiç kimse temiz kalmanızı bekleyemez. 12 Eylül’ün yarattığı Türkiye’de işte tamda bahsi geçen bu bataklığa denk düşüyor. Bu kadar ağır bir siyasal, toplumsal ortamın eleştirisinden günü yansıtmasını beklersiniz ama ne yazık ki boş bir bekleyiştir. Aslında ayıplamakta insafsızlık olur , her an evinin kapısının jandarmalarca çalabilme ihtimali vardır çünkü. Demokrasi kültürünün hadım edildiği bir yaşantı da tiyatroda kolektif üretimden çıkıp yönetmen merkezli bir yapıya kavuşması tabiidir. 80-90 döneminde yönetmen merkezli bir tiyatro anlayışıyla karşılaşıyoruz.ayrıca 70’li yıllarda hızlanan yerli tiyatronun gelişimi ne yazık ki bu süreçte sekteye uğramış tiyatro kurumları yüzünü tekrar batıya çevirip oralardan getirdikleri oyunları genellikle yine Avrupa’dan çağırılan yönetmenlere oynatmışlardır. Şunu tekrar vurgulamaya kendimi mecbur hissediyorum. Bir olayın doğru tahlili ancak durum yani dönemin sosyal-siyasal-ekonomik-ideolojik yönlerinin değerlendirilmesiyle mümkündür. Biz yerli oyun yazımının ve sahnelemesinin gerilemesinden, tiyatronun muhalif özelliklerinin bu yıllarda silikleştiğinden bahsediyorsak, aklımızın bir köşesinde 12 Eylül darbesinin siluetini bulundurmamız gerekmektedir.Eleştiriler genelde oyun metinlerinin analizi ve konularının anlatımıyla sınırlı kalmış, sahnelemeye yönelik eleştiri güdükleşmiştir. Bu doğaldır, tiyatro aktivitesini kaybedince sonuç normal olarak bu olmuştur.
90’lı yıllar pek çok noktada kültürün yozlaştırıldığı, içinin boşaltıldığı bir dönemdir ve 12 Eylül’ün devamı niteliğindedir. 12 Eylül darbesinin toplumun siyasetten arındırılıp, aptallaştırılması istemini Özal 90 lı yıllarda askeri cuntanın sertliğinin aksine güleç yüzüyle sakladığı kurnazlığı ve medya ile sürdürmüş hatta bu konuda darbeden daha etkili olmuş, başka bir ifadeyle derin darbe şeklinde uygulamıştır. Bu depolitizasyon ortamının karşısında durması gereken toplumun vicdanı olan muhalif hareketlerde gerek darbenin gerekse de örneğin SSCB nin yıkılmasıyla bir ideolojik bunalıma düşmüşler gittikçe güç kaybetmişlerdir. Ancak Hegel in dediği gibi “Doğru tarihe direnendir” muhalif sol söylemin doğru olduğu tüm şu yaşananlardan çıkarılacak yegane sonuçtur.90 ve sonrasına insan kirliliğinin yaratılmasında ki en önemli güç iktidar ideolojisinin toplum sathına yaygınlaştırılmasında bir araç olan televizyondur. Televizyon eleştirel düşüncesi öldüren bir güç olarak egemenlerin en iyi dostu olmuştur. Televizyon sayesinde hem okuma-yazma hem de tiyatro izleme oranları büyük düşüşler göstermiştir. Hatta denilebilir ki televizyon sanat alanında ki en büyük darbeyi tiyatroya vurmuştur.Tiyatro seyirci olmayınca ve seyirci düşünsel planda çok eksik olunca doğal olarak gelişememiş daha çok eğlenceye yönelik bir etkinlik olarak (bulvar, müzikal..) sürdürülmüştür.
geovisit();

Hiç yorum yok: