4 Ocak 2008 Cuma

DRAM

DRAM kısaltması ile sürekli karşılaşırız.Aslında Dynamic-Random Access Memory kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur."Dinamik rasgele erişim hafızası"olarak adlandırılmasının nedeni bu tip hafıza birimlerinde verinin sürekli olarak tazelenme ihtiyacı olmasından dolayıdır.

Bunun sebebini anlamak için DRAM'lerin yapısına biraz daha yakından bakmak gerekiyor.Bugün kullandığımız DRAM teknolojisinde en küçük birim bir kapasitör ve transistör ikilisinden oluşur.Bu hücreler satır ve sütunlar şeklinde iki boyutlu matris şeklinde dizilmiştir.Eğer hücredeki kapasitör yüklü ise bu hücre "1" eğer kapasitör yüksüz ise "0" anlamına gelir.Ancak yüklenmiş kapasitörler kaçaklar yüzünden yüklerini kısa sürede kaybetmeye başlar.Bu yüzden sürekli olarak yüklü kapasitörlerin yüklerinin tazelenmesi gerekir.Bu işlem saniyede binlerce kere otomatik olarak yapılır.İşte bu tazeleme işlemi dolayısı ile bu hafıza çeşitlerine dinamik rasgele erişebilen hafıza denir.

KOMEDİ

komedi: kişilerin,olay ve adetlerin gülünç,eglendirici,yönlerini göstermek amaciyla ders vermeyi ve hoşça vakit geçirtmeyi hedef edinen Tiyatro çeşididir.dalkavukluk (çıkar sağlamak için birine aşırı saygı gösteren kimse), korkaklık, cimrilik, dalgınlık, ukalalık gibi insanlar için birer kusur olan huy ve alışkanlıklar dev aynasında büyütülerek ve abartılarak seyirciyi güldürecek tarzda sahneye konulur. bu kusurlar derece derece pek çok insanda bulunduğundan bir bakıma seyirciyi kendi kendine güldürmüş olur. böylece seyirciye ince bir ders vermek istenir.komedilerde de konu, çevre, zaman birliği (üç birlik kuralı)benimsenmiştir. konuları günlükhayattan alınan komedilerde kahramanlar rasgele kişilerdir. çevre belli bir yerdir. trajedilerin aksine kaba şakalar,kelime oyunları, kötüleyici imalar önemli yer tutmuştur. molier’in komedileri üslup bakımından daha topludur.komedi çeşitleri: her zaman ve her yerde rastlanan insan kusurlarını belli tiplerde göstererek gülünç eden komedilere “karakter komedi”, belli bir toplumu ve ya bütün insanlığı alarak bozuk ve aksak yanlarını hicveden komedilere “töre komedisi”, edebi hicvin sahneye uygulanmış şekline “yergi komedisi”, bir derinliği olmayan, sırf güldürmek için yazılan komedilere de “entrika komedisi” denir.
Eklendi kaos, on 02-Sep-2007 13:13. Şimdiye kadar 713 kez okundu.Komedi nedir Komedi nedir ,Komedi nedir? ,Komedi ne demek ,Komedi tanımı,Komedi örneği,Komedi türleri,Komedi nelerdir,Komedi hakkında, Komedi tarihi, Komedi nerede, Komedi ne zaman, neden, nasıl, niçin, anlami nedir, ne denir, nerde, niye, ne demektir.

TRAJEDİ

Bu sözcük Yunanca tragoidia’dan gelir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle "keçilerin türküsü" anlamına kullanılır. Dionysos şenliklerinde koro, tanrının ona bağlı kölelerini simgeliyordu. Tanrının çevresinde hep doğanın yabancı güçlerini temsil eden teke ayaklı satyrler bulunduğu için ilk başlarda, koro da satyrlerin biçimine giriyordu; ilk dönemlerde, korodaki oyuncular teke derileri (tragoi) giyerek oyun alanına çıkıyorlardı. Tragedya türü de tragos'ların şarkılarından doğdu.Tragedyanın konu kaynağı efsanelerdi. Zaten efsaneler Yunan şiirinin de kaynağı olmuştu. Kendisinden sonra gelen yazarların bitmez tükenmez hazinesi olan Homeros efsaneleri güzel bir üslûp içinde tekrarlanmıştı. Ancak dram sanatı, bu efsanelerden yepyeni bir biçimde esinlendi. Efsaneler geleneksel bir süsleme sanatı gibi, tekrarlanmanın batağına tam düşecekken, dram sanatı bu efsanelere yeni bir soluk getirdi ve geniş bir ufuk açtı. Çünkü efsanelerde idealize edilerek ya da süslenerek anlatılan olaylar ve bu olayların içindeki kahramanla dram sanatı yoluyla Atina halkının özelliği ve tavrı oluverdi; efsaneler yoluyla önemli gerçekler üzerinde duruldu. Yunan tragedyasının özellik gösteren düşünce düzeyinden biri “gururlanma günahı” ve bu günahın kaçınılmaz cezasıydı. Grekler bu cezayı tanrıça Nemesis'e bağlarlardı. Nemesis, başarıları ve sürekli zenginlikleri yüzünden tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran bir yüce güçtü. Yunan seyircisi için hiçbir şey gurur kadar kahramanın kötü bir duruma düşmesindeki acıya, gölge düşüremezdi.Yunan tragedya yazarları, oyunlarında tekrar tekrar bu günah-ceza kavramları üzerinde dururlardı. Hele Aiskhilos bu dinsel kavramlara her zaman dikkat etmişti. Ancak antik tragedyadaki günah kav-ramı bugünkünden değişikti: bazen günah hafif olur, unutulurdu; bazen günahı işleyen farkına bile varmazdı; bazen da günahı işleyen cezaya çarptırılan değil, onun babası ya da atası olurdu. Tragedya kahramanları günahlarından dolayı vicdan azabı çekmezlerdi.

TİYATRO

Tiyatro sözü, şu anlamlarda kullanılır : 1 - Tiyatro eseri, 2 - Tiyatro eserini oynama sanatı, 3 - Tiyatro eserinin oynandığı yer.TİYATRO ESERİ, olayları, oluş halinde göstermek için yazılan eserlerdir. Bu eserlerde, olaylar yazarın ağzından değil de, doğrudan doğruya eserlerin kişileri tarafından söylenir, hareketleri, gerçekte olduğu gibi doğrudan doğruya yapılır.Tiyatro eserinde, olay ve kişiler olmak üzere iki unsur bulunur. Olay, bir didişmeden, yani iki karşıt kuvvetin çarpışmasından doğar. Çarpışan kuvvetler, insanla insan, insanla tabiat kuvvetleri olabilir. Kişiler de, aralarında didişen varlıklardır.Tiyatro eserlerinde, serim, düğüm, çözüm olmak üzere üç safha vardır. Serim, eserin baş tarafıdır. Burada kişilerin karakterleri olayla ilgileri tanıtılır, eserin konusu hakkında bir fikir verilir. Düğüm eserin ortasıdır. Bu safhada karakterler, kişiler, olayın kendisi merak verici bir hal alır. Çözüm, eserin sonudur. Bu safhada olay, bir sonuca bağlanır.Tiyatro eserlerinin başlıca üç çeşidi vardır:1 - Acıklı tiyatro eserleri, 2 -Güldürücü tiyatro eserleri, 3 - Musikili tiyatro eserleri.Acıklı tiyatro eserleri, insanların acıma duygularına hitap eden eserlerdir. Tragedya dram, melodram, bu cins eserlerdir.Güldürücü tiyatro eserleri, güldürme amacı güdülerek yazıları eserlerdir. Genel olarak Komedya adı ile bilinirler.Musikili tiyatro eserleri, musiki ile söylenerek oynanan tiyatro eserleridir. Opera, opera komik, operet bu cins eserlerdir.Tragedya : Seyircilerin korku ve acıma duygularına hitap eden, belli kurallara göre yapılan eserlerdir.Yunanistanda, bağbozumu tanrısı Dionysos şerefine yapılan din törenlerinden doğmuştur.Özellikleri:1 - Tragedyalarda seyircinin korku ve acıma duygularını harekete getirmek gayesi güdülür. Eser, baştan sona kadar acıklı ve ciddi bir hava içinde geçer.2 - Konular mitologyadan ve tarihten alınır.3 - Kişiler, tabiatüstü varlıklar (tanrılar .tanrıçalar, yarı tanrılar) ve yüksek tabakadan kimseler (krallar, asiler) dir.4 - Eserin Üç Birlik kuralına uygun olması lazımdır:a. Zaman Birliği : Olayın en çok 2 saat içinde geçebilir hissini uyandırmasıdır. Bunu sağlamak için, eserin konusu olayın sonucuna en yakın yerinden alınır, daha önceki olaylar, bir münasebet düşürülerek anlatılırdı.b. Yer Birliği : Olayın baştan sona kadar aynı yerde geçmesidir. Tragedyada olay nerde başladıysa orada yürür ve sona erer.c. Olay Birliği : Eserin bir tek ana olay etrafında gelişmesidir.5 - Çirkin sayılan olaylar (vurmak, yaralamak, öldürmek) seyircinin gözü önünde geçirilmez. Bunlar dışarıda yapılır, sahnede haberciler, sırdaşlar vasıtasıyla sadece hikayesi anlatılır.6 - Manzum olarak yazılır.7 - Mutlaka 5 perde olması lazımdır.8 - İyi bir üslûpla yazılır. Kaba sayılabilecek sözler kullanılmaz.9 - Tirad ve monologlara çok yer verilir.İlk örnekleri Yunan edebiyatında görülen tragedya, daha sonra, XVII. yüzyılda, eski Yunan ve Latin edebiyatlarının örnek tutulduğu Klasisizm akımı devrinde, özellikle Fransada yeniden canlanarak XIX. yüz yıla kadar sürmüştür.En büyük tragedya şairleri, Yunan edebiyatında Aiskhylos, Sophokles, Euripides, Fransız edebiyatında Corneille ve Racinedir.Komedya : İnsanların ve olayların gülünç taraflarını ortaya koyan bir tiyatro çeşididir. Komedya da, tragedya gibi, Yunanistanda, bağbozumu tanrısı Dionysos şerefine yapılan din törenlerinden doğmuştur.Özellikler:1 - Komedyada, gülünçlükleri ortaya koymak amacı güdülür.2 - Konular çağdaş toplumdan ve günlük hayattan alınır.3 - Kişiler, çoklukla halk tabakasından kimselerdir.4 - Üç Birlik kuralına uygun olması lazımdır.5 - Çirkin sayılan olaylar dahi seyircinin gözü önünde geçirilir.6 - Üslûpta her türlü kaba sözlere ve şakalara yer verilebilir .7 - Manzum olarak yazılır.8 - 5 perde olması lazımdır. Klasizm akımından sonra, komedya nesirle de yazılmaya başlanmış, perde sayısı da yazarın isteğine bağlı kalmıştır.Çeşitleri:1. Karakter komedyası : İnsan karakterinin gülünç ve aksak taraflarını gösteren komedyadır.2. Töre komedyası : Toplumun gülünç ve aksak taraflarını gösteren komedyadır.3. Entrika komedyası : Olaylar merak uyandıracak ve şaşırtacak şekilde tertiplenerek, güldürmekten başka bir amaç güdülmeden yazılan komedyadır. Bugün, bu yoldaki komedyalara vodvil adı verilmektedir.İlk örnekleri Yunan ve Latin edebiyatlarında görülen komedya, Rönesanstan bu yana Batılı milletlerin edebiyatlarında çok gelişmiştir.En büyük komedya yazarları; Yunan edebiyatında Aristophanes, Fransız edebiyatında Molieredir.Dram : Geniş anlamıyla, tiyatro eseri demek olan bu söz, XIX. yüzyılın ilk yarısında, Romantik edebiyat devrinde, tragedyanın belli kurallarını kurmak suretiyle meydana getirilen tiyatro çeşidi anlamında kullanılmıştır.Özellikleri :1 - Dramda, hem acıklı, hem de güldürücü olaylar, hayatta olduğu gibi, bir arada bulunabilir.2 - Konular, tarihin herhangi bir devrinden, günlük hayattan alınabilir.3 - Kişiler her sınıf halk arasından seçilebilir.4 - Üç Birlik kuralına uyma zoru yoktur.5 - Çirkin sayılan olaylar, sahnede oluş halinde gösterilebilir.6 - Hem nazımla, hem de nesirle yazılabilir.7 - Perde sayısı yazanın isteğine bağlıdır.8 - Hayatta rastlanan, ince ye kaba her türlü konuşma tarzına yer verilir.Tiyatronun doğuşu ve gelişmesi:Tiyatro, her ülkede din törenlerinden doğmuştur. Milletlerin dinlerine ve bu toplum şartlarına göre her memlekette ayrı ayrı özellikler taşıyan tiyatro sanatı, ilk defa Yunanistanda büyük bir gelişme göstermiş ve bugünkü Batı tiyatrosu, Yunan tiyatrosu, bağbozumu tanrısı Dionysos şerefine yapılan din törenlerinden çıkmıştır.Yunanlılarda tiyatro yapıları bir tepenin yamacında kurulurdu. Bunlar, üstleri açık yapılırdı. Ortada orkestra adı verilen geniş ve daire şeklinde bir meydan bulunurdu: Koro burada dururdu. Dekor çok basitti. Aktörler yüzlerine maske takarlar, üstlerine de, kim olduklarını anlatmaya yarayacak elbiseler giyerlerdi. Tragedya oyuncuları, büyük görünmek için ayaklarına koforne denen yüksek nalınlar giyerlerdi.Tiyatro, Yunanlılardan Latinlere geçmiş; Ortaçağda, Avrupada mister adı verilen kaba komedyalarla devam etmiş; fakat Rönesanstan bu yana, eski Yunan tiyatrosunun tesiriyle, modern tiyatro büyük bir gelişme göstermiştir.Türk Tiyatrosu :İslamlıktan önceki devirlerde, Türkler arasında din törenleri sırasında, birtakım dini temsiler verildiği tahmin edilmekle beraber, dindışı oyunların varlığı hakkında kesin bir bilgi yoktur.Osmanlılar devrinde, Türk toplumunun tiyatro ihtiyacını karşılayan oyunlar Karagöz ile Ortaoyunudur.Türkiyede, Avrupa tiyatroları tarzındaki tiyatro hareketi Tanzimattan sonra başlamıştır. İlk piyes, Tanzimat edebiyatının kurucusu, sayılan Şinasinin yazdığı Şair Evlenmesi adlı bir perdelik bir komedyadır. Türk edebiyatının başlıca tiyatro yazarları, Ahmet Paşa, Ali Bey, Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Cevat Fehmi Başkurt, A.Kutsi Tecer, Haldun Taner, Aziz Nesindir.

GEZİ YAZISI

Gezi yazısı, yurt içine veya yurt dışına yapılan gezilerde gezilip görülen yerlerin anlatmaya değer ilginç yönlerinin kaleme alındığı edebî yazıdır. Ancak gezi yazısı yapan kişinin ele aldığı yer hakkında bir takım bilgilere sahip olması gerekir.Gezi yazılarında gezginin dikkatini çeken ve farklı bir özellik gösteren insanlar, tarihî ve tabiî güzellikler, farklı kültürler gibi konular güncel olaylarla da bütünleştirilerek edebî bir üslûpla anlatılır.Günümüzün (ulaşım, haberleşme, radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi) teknik imkânları gezi yazılarının önemini ve ilginçliğini kısmen de olsa azaltmakla birlikte tarihî değeri olan seyahatnameler hâlâ önemini koru­maktadır.Gezi yazısının maddeleri:Gezi yazısı görülen yerlerin güzellikleri hakkında duygu ve düşünce içerebilir. Gezi yazıları, bir yazarın gezdiği, gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri ele alan yazı türüdür. Bu yazı türünde gezilip görülerek yaşanan yerlerin doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özellikleri; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve görenekleri anlatılır. Gezi yazıları anlatılan yerleri görme özlemini bir ölçüde karşıladığından çok sevilen edebiyat türlerinden biridir. Bir yazarın gezip gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri aktardığı yazılardır. Gezi yazılarında gezilen yerlerin sadece doğal güzellikleri değil, tarihi gelenekleri ve zevkleriyle ilgili bilgiler de verilir. Bu nedenle gezi yazıları toplumbilim ve birçok bilim dalı için kaynak niteliği taşır. Anlatılanlar hayal ürünü değil gerçektir. Gezi yazıları kuvvetli bir gözlem gücüne dayanır.Venedikli tacir makro Polo ve Arap gezgin İbn-i Batuta gezi yazısının dünya edebiyatındaki önemli temsilcileridir. Türk edebiyatında ise Babür Şah’ın Babürname’si, Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memalik’i, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve 28 Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si bu türün ilk önemli eserleri sayılırlar. Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat ( Avrupa’da Bir Cevelan ), Cenap Şehabettin ( Hac Yolunda ), Ahmet Haşim ( Frankfurt Seyahatnamesi ), Falih Rıfkı Atay ( Taymis Kıyıları , Bizim Akdeniz, Denizaşırı ) ve R. Nuri Güntekin ( Anadolu Notları ) gezi türünde eser veren önemli sanatçılardır.yasananların gercek oldugundan tarıhe yazılı bır ornek olarak gösterilebilir
lebronomars:Benden size bir gezi yazısı örneği ;)Ekim'de Bozcaada...Kalabalık bir feribot kuyruğu ve yarım saatlik yolculuk sonunda uzun zamandır görmek istediğim Çanakkale’nin bir ilçesi olan Bozcaada’ya yaklaşıyoruz. Neden adı Bozcaada diye hiç düşünmeye gerek kalmadığını, feribotla yaklaşırken tepelerin görüntüsünden anlıyoruz. İskeleye yanaşırken önce sert bir rüzgar arkasından Bozcaada Kalesi karşılıyor bizi.Ama önce araçla adanın tepesine rüzgar türbinlerine doğru gidiyoruz. Ülkemizin 3.rüzgar enerji santrali olan Bozcaada türbinleri, bütün ihtişamıyla dönerek elektrik üretmeye 2000 yılında başlamış.Bir rüzgar türbini adanın tüm elektrik ihtiyacını üretebiliyormuş. Ada ihtiyacının fazlası da deniz altından karaya ulaştırılıyormuş. Bozcaada gibi her daim rüzgarı bulunan yerlerde bu türbinlerin kullanılması aynı zamanda doğaya da destek. Rüzgarla çalışıyor ve doğaya zarar vermiyor.Türbinlerin fotoğrafını çektikten sonra, kumuyla deniziyle meşhur Ayazma Plajı’na gidiyoruz. Haziran-Eylül ayları arası bolca ziyaretçisi bulunan bu plaj, normal olarak bu mevsimde çok sakindi.bu plajın arka tarafında yeşillikler içinde yan yana restoranlar sıralanıyor. Mevsim itibarıyla mıdır nedir bilmiyorum ama incecik kumları ve berrak denizi olmasına rağmen beni pek etkilemedi bu plaj. Yaz ayları boyunca merkezden minibüslerle plaja gelmek mümkün.Araçla gezmemiz gereken yerleri bitirip tekrar ada merkezine gidiyoruz ve önce kaleyi geziyoruz. Birçok şehrin kalesi vardır geçmişten kalan ama günümüze bu kadar sağlam kalanını ben görmemiştim. Tabi bunda defalarca onarım görmesinin de etkisi vardır. İlk olarak ne zaman yapıldığı bilinmese de Fatih Sultan Mehmet döneminde kalıntıların üzerine yeniden inşa edilmiş. Daha sonra II.Mahmut döneminde yeniden elden geçen kale bugünkü durumuna gelmiş.Kalenin çevresinde dev bir hendek ve asma bir köprü var. Günümüzde sabit köprü kullanılsa da asma köprü ve içi su dolu hendekle kaleyi korumaya çalışanları gözünüzde canlandırmak mümkün. Kalenin içinde adadan çıkan mezar taşları ve tarihi eserler sergileniyor.Kale gezisi sonrası adanın bence en çok görülmesi gereken yerlerinden biri olan Bozcaada Müzesi’ne gidiyoruz. Burası Hakan Gürüney ve eşinin tamamen kişisel çabalarıyla açılmış ve geliştirilmiş bir müze. Ada Kaymakamlığı da adanın eski taş evlerinden birini bu müzeye tahsis etmiş. Böylece ada, tarihi geçmişini gözler önüne serecek bir müzeye kavuşmuş. Müze oda oda ayrılmış ve Hakan Bey’le eşi gelen ziyaretçilere büyük bir keyifle anlatıyorlar. Çanakkale Savaşı zamanında adayı üs olarak kullanan Fransızlara ait fotoğraflar, mektuplar, mataralar vb. sergilenen oda oldukça ilginç. Diğer odalarda da arkeolojik eserler, sikke ve haritalar yer alıyor. Ayrıca alt katta adanın eski zanaatlarını yansıtan bölümler ve aletler sergileniyor. Kunduracılık, demircilik vb. el işi mesleklere ait eşyaları görmek mümkün. Müze dolusu materyali toplayıp kendilerini gönülden bu işe adayan Gürüney ailesini tebrik edip güzel çalışmaları için teşekkür ettikten sonra adanın turizm dışında önemli bir uğraşı olan bir şarap imalathanesini geziyoruz. Karalahna, kuntra, vasilaki, çavuş adanın yerel üzüm cinslerinden. Bölgede üretilen şaraplar da daha çok bu üzümler kullanılarak yapılıyor.balık yemeyi hak ettik sanırım. Sahilde yan yana birçok balık lokantası var, balıklara bakıp denize karşı bir masayı gözünüze kestirmeyi unutmayın derim.Rüzgar türbinleri, plajı, kalesi, müzesi, şarabı ve deniz kenarı balıklarından sonra genel olarak adaya baktığımda biraz hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim. Bozcaada biraz abartılmış, turizm şişirmesi olmuş gibi geldi bana. Belki de mevsim itibarıyla o hep bahsedilen tadı almamış olabilirim bilmiyorum. Ben yine de adanın güzelliklerini fotoğraflamayı ve anılarımda öyle hatırlamayı seçtim… Bazı yerler vardır ilk görüşte aşık olursunuz bazı yerler vardır alıştıkça aşık olursunuz. Sanırım benim adaya alışmam gerekiyor… Adaya feribot dışında ulaşım olmadığından feribot saatlerinden de bahsetmekte fayda var sanırım. Çanakkale Geyikli İskelesi’nden yaz aylarında 08.30 – 10.30 – 14.00 – 18.00 ve 21.00 saatlerinde, kış aylarında ise 10.00 – 14.00 – 18.00 saatlerinde feribot kalkıyor (Ekim'07).

MEKTUP

Mektup, yazının bulunduğu tarihe kadar ortaya çıkmış eski edebiyat türlerinden biridir. Eldeki en eski örnekler; Mısır firavunlarının diplomatik mektupları (MÖ 15. - 14. yüz yılları) ile Hitit krallarının Hattuşa (Boğazköy) arşivinde bulunan mektuplarıdır. Batı edebiyatında mektup türünün ilk örneklerini, Yunan edebiyatında görürüz. Mektup, bir edebiyat türü olarak, özellikle Latin edebiyatında gelişip yaygınlaşmıştır. Bu alanda yazanların başında Cicero (MÖ 106 - 43) gelir. Rönesans’tan bu yana Avrupa’da çeşitli ülkelerde bu türün yaygınlaştığı görülür. Özellikle Fransa’da mektup türü büyük gelişme göstermiştir. Mektup türünün Türk edebiyatında epey uzun bir geçmişi vardır. Münşeatlarda (Nesir halindeki yazıları bir araya toplanmasından meydana gelen eserlere denir.) resmi ve özel mektuplara geniş yer verilirdi. Şinasi’ nin öncülüğünde başlayan düz anlatım akımı, mektuplarda da etkisini göstermiş; Tanzimat’tan bu yana yazılan özel mektuplarda yapmacıksız, doğal bir anlatım kullanılmıştır.
Başka bir yerde bulunan kişiye yada kuruma bir bilgi iletmek amacıyla yazılan yazılara mektup denir.
Mektubun diğer yazı türlerinden ayrı bir özelliği vardır. Herşeyden önce; bağımsızdır,ufukları alabildiğine geniştir,dar kalıplar ve kurallar içinde tanımlanamaz. Konuları oldukça bol ve sınırsızdır. Doğallığın ve içtenliğin en çekici belgesidir. Elbette ki herkese aynı içtenlikle mektup yazılmaz. Gönderdiğimiz kişi yada kurumla olan ilginin derecesine göre,mektubun hitap bölümünden,amaç,hatta sonuç bölümüne kadar değişen üslup özelliği vardır.Mektup kişiliğimizin bir aynasıdır. Saygımız,sevgimiz,karakterimiz,inancımız,görüş ve düşüncelerimiz hatta kültürümüz mektubumuza yansır.Basit bir yazı türü gibi görülmesine rağmen mektubun da kendine özgü bir düzeni,bir disiplini,bir planı vardır.Mektup Yazarken Nelere Dikkat Edilmelidir?· Mektup yazarken kullanacağımız kağıt ve zarf temiz olmalıdır. Bu basit ayrıntı karşımızdakine verdiğimiz değeri gösterir.· Mektuptaki hitap,göndereceğimiz kişi yada kurum göz önünde bulundurularak seçilmelidir: Sevgili Kardeşim, Canım Kardeşim, Canım· Babacığım, Aziz Dostum, Saygıdeğer Büyüğüm, Sayın Murat Bey, Sayın Genel Müdür…· Mektupta daha sonra giriş ve amaç bölümüne geçilir. Bu bölümde mektubun niçin yazıldığı belirtilir.· Sonuç bölümünde daha çok klişe sözlere yer verilerek, hoşa gidici bir dilekle mektup bitirilir ; sevgi ve saygılar sunar,esenlikler dilerim. gibi.· Öfkeli anlarda kesinlikle mektup yazılmamalıdır.· Mektupta kullanılan ağır ve kırıcı sözler, ileride pişmanlığa yol açabilir. Ancak, yazının kalıcı etkisi nedeniyle, yarattığı kırgınlık tümüyle unutulamaz.
· Mektup Türleri
Mektuplar, konularına ve yazanla yazılan arasındaki ilgiye göre üçe ayrılır :1. Özel mektuplar2. Resmi mektuplar3. İş mektupları
Özel Mektuplar
Birbirine yakın, tanışık insanlar ve eş dost arasında yazılan mektuplardır.
Tebrikler
Bayramlarda, yılbaşlarında veya mutlu bir olay dolayısıyla karşı tarafa iyilik ve mutluluk dileklerinde bulunmak amacıyla yazılan kısa,öz ve içten mektuplardır. Bunlarda kağıt yerine daha çok basılı kartlar kullanılmaktadır.
Telgraf
Mektubun gecikebileceği ivedi durumlarda bildirilmesi gereken istek, olay ve haberleri, kısa ve öz olarak anlatan bir mektup türüdür. Telgrafta az ve öz ifade önemlidir.§ Alacak olanın adı,soyadı ve açık adresi yazılır.§ Telgraf çekmemize sebep olan konu,kısa ve öz olarak ifade belirtilir.§ Sağ alt köşeye gönderenin adı ve soyadı yazılır.§ Telgraf metninin altına bir çizgi çekilir. Bu çizginin altına gönderenin adresi yazılır. Bu bilgi,alıcının bulunmaması durumunda telgrafın iadesi için gereklidir. Ücrete tabi değildir.Telgraf,bugün kullanım alanı yok denecek kadar az kalmış bir yazışma türüdür.
Resmi Mektuplar
Devlet dairelerinin kendi aralarında veya kişilerle devler daireleri arasında yazılan mektuplardır. Bu tür mektuplarda, konunun uzunluğuna göre tam veya yarım sayfa boyutunda çizgisiz,beyaz kağıtlar kullanılır. Anlatım ciddi ve ağırbaşlı olmalıdır. Konu dışında ayrıntılara ve özel isteklere yer verilmez. Konu en açık ve yalın biçimde ele alınır. Üst makam yetkilisi alt makamdakine yazdığı yazıyı “rica ederim”, alt makamdaki üst makamdakine “bilgilerinize saygıyla sunarım” veya “arz ederim” şeklinde bitirmelidir.Resmi Yazışmalarda Dikkat Edilecek Noktalar :· Kağıdın üst yanından iki santim aşağıda ve ortada olmak üzere yazının çıktığı dairenin adresi bulunur.· Sağ üst köşeye tarih konur.· Yazıya başlamadan,hangi tarih ve sayılı yazıya cevap olarak yazıldığı belirtilir.· Yazının ilk paragrafında sorun veya konu ortaya konur.· Gelişme paragraflarında,bizim konu hakkındaki görüşümüz belirtilir,bizden istenilen bilgiler verilir.· Sonuç bölümünde,yazının gönderildiği makamın durumuna göre ( alt makam,üst makam ) yazı,rica yada sunu biçimlerinden biriyle bitirilir.· Resmi yazıyı tamamlayan evraklar,metnin sol alt kısmına,sıra numarası verilerek belirtilir.· Kağıdın sol en alt köşesine yazıyı daktilo edenle,konuyla ilgili bölüm şefinin ad ve soyadlarının ilk harfleri yazılır.
İş Mektupları
Ticaret ve endüstri kurumlarının birbirlerine ve kişilere, kişilerin bu kurumlara gönderdikleri mektuplara iş mektubu denir. İşyerleri bu mektuplarda, firma ismini taşıyan başlıklı ( antetli ) beyaz kağıtlar kullanırlar. Yazıda daktilo ( veya bilgisayar ) kullanmak yerleşmiş bir kuraldır. İş mektuplarında da konu kısa,öz olarak açık ve yalın bir anlatımla ele alınmalıdır. Resmi mektupların özellik ve yazılışlarını kavramış olmak bu tür mektup yazmada da büyük kolaylık sağlar.İş Mektuplarının Yazılışında Uyulacak Kurallar :· Ciddi bir anlatım kullanılmalı, kısa ve özlü bir anlatım yolu seçilmelidir.· Her iş için ayrı bir mektup yazılmalıdır.· Daktilo veya mavi mürekkepli dolma kalem kullanılmalıdır.· Ele alınan konu hakkında amaca uygun açıklamalar yapılmalı, gerekli yerlerde teknik terimler kullanılmalıdır.· İstekler yapmacıklığa kaçmadan ciddi bir hava içinde belirtilmeli, saygı bildiren kelimeler ölçülü şekilde kullanılmalıdır.· Eğer yazılan iş mektubu, bir başka mektuba cevap niteliği taşıyorsa,bu, metnin başında “ilgi” bölümünde belirtilmelidir. Bunun için o mektubun tarihi ve numarasının yazılması yeterlidir.

OTOBİYOGRAFİ

Otobiyografi, bireyin kendisi yani hayatı ile ilgili yazılı olarak bilgi vermesine dayanan bir tekniktir. Otobiyografide amaç: bireyin davranışlarının gerisinde bulunan ihtiyaçları ve tutumları tespit etmektir. Kişinin şimdiki özelliklerinin genel gelişim sürecinin bir parçası olduğunu ve bu özelliklerin genel gelişim süreci içerisindeki geçmiş olaylardan kaynaklandığı sayıltısı; otobiyografi tekniğinin temelini oluşturur. Genellikle kişi yaşam öyküsünü anlatırken kendince önemli gördüğü özellikleri ve bu özelliklere karşı tutumunu, bunların oluşmasında rol oynayan geçmiş olaylara ve kişilere verdiği önemi yansıtır. Bu da bireyi inceleyen kişiye onun değerleri, beklentiler, ihtiyaçları ve problemleri yani kişilik dinamiği hakkında ipuçları verir. Bireyin başkaları tarafından nasıl göründüğünden çok, onun kendisini nasıl gördüğünün önemli olduğunu, bireyin davranışlarının onun kendisini ve çevresini algılama biçimini belirlediği görüşünü benimseyen kişiler için otobiyografi uygun bir bireyi tanıma yöntemidir. Bireylere otobiyografi yazdırılırken iki türlü yol takip edilebilir:1)Kontrolsüz ya da sınırsız otobiyografi: Bireyin kendisi hakkında her konuda istediğini serbestçe yazabilmesidir.2)Kontrollü ya da sınırlı otobiyografi: Bireyin belli bir konu etrafında sözgelimi aile özgeçmişi ve ilgileri hakkında serbestçe yazabilmesidir.Rehberlik vepsikolojik danışma hizmetlerinde otobiyografi uygulamasında yazdırılacak konular serbest bırakılabileceği gibi bazen de sınırlandırılabilir. Genel bir kural olarak rehberlik vepsikolojik danışma hizmetlerinde otobiyografi tekniği ile sık sık bilgi toplamak doğru değildir. Çünkü otobiyografi tekniği “sosyal istenirlik” denilen kişinin kendisini olduğu gibi değil de görünmek istediği şekilde göstermek istemesinden çok etkilenen bir teknik olduğundan geçerliliği ve güvenirliliği diğer tekniklere nazaran düşüktür. Arada geçen zaman zarfında öğrencinin benlik kavramında, duygu, düşünce ve tavırlarında hasıl olan gelişmeleri tespit etmek için, öğrencinin okula başladığı ilk yıl ile son yıl uygulanması gerekir. Otobiyografi tekniğinden uygulamasında şu hususlara dikkat edilmelidir:1)Otobiyografi yazdırılmadan önce, öğrencinin içtenlikle cevaplar verebileceği bir ortam oluşturulmalı, otobiyografinin amacı, kullanılacağı durumlar açıklanmalı ve toplanan bilgilerin gizli tutulacağı konusunda öğrenciye güvenci verilmelidir.2)Otobiyografi; amacına uygun bir şekilde yazdırılması ve öğrenciler arasında birliğin sağlanması açısından bir plan doğrultusunda verilmelidir. Bu planda şu konular yer alır:-Kendinizi nasıl tanımlarsınız? Size göre yeterli ve yetersiz olan yönleriniz nelerdir?-Hayatınız boyunca etkisi altında kaldığınız olaylar nelerdir?-Okulda ve evde sizi devamlı tedirgin eden sorunlarınız nelerdir?-Kişiliğinizi yeterli bulmuyorsanız bundan kimleri sorumlu tutuyorsunuz?-Ailenizin size nasıl davranmasını istersiniz?-İlgilendiğiniz konular ve geleceğe ilişkin planlarınız nelerdir?-Geçmişinizle ilgili neler söyleyebilirsiniz?3)Otobiyografiden açık ve net bilgiler alabilmek için öğrencilerin eline taslak verilmeli ve butaslak üzerine yazmaları sağlanmalıdır.4)Otobiyografi, kişinin kendisini olduğu gibi değil de görünmek istediği şekilde göstermek istemesinden çok etkilenen bir teknik olduğundan, öğrencilerin birinci tekil şahıs kullanarak ve kendilerine verilen konu başlıklarına bağlı kalarak yazmaları sağlanmalıdır.

BİYOGRAFİ

Biyografi nedir?Ünlü bir yazarın,youncunun,bilim insanının,profesörün,tarihçinin kısaca önemli insanların hayatını başka bir kimsenin yazmasına biyografi denir.ÖRNEK:Cem Yılmaz ( 23.04.1973)23 Nisan 1973'te İstanbul'da doğdu.Boğaziçi Üniversitesi Turizm ve Otelcilik bölümünde okurken Leman Dergisinde karikatür çalışmalarına başladı. İlk stand-up gösterisini Leman Kültür'de 1995'in Ağustos ayında gerçekleştirdi. 1995 Aralık tan itibaren de Beşiktaş Kültür Merkezi bünyesi altında gösterilerine devam etmektedir. 2001 yılı sonuna kadar toplam gösteri sayısı 1200'ün üzerinde olup, bunların hemen hepsi kapalı gişe oynayarak , kırılması güç bir rekorun da sahibi olmuştur.Türkiye'nin birçok ilinde sahnelediği gösterisini aynı zamanda Avrupa'nın önde gelen şehirlerinde ve de Amerika Birleşik Devletlerinde yine aynı başarı ile sahneye koymuştur. Leman Dergisi'nde yayınlanan çalışmalarını "Karikatürler" isimli kitabında yayınladı. Şu anda kitabı 14. Baskısındadır. 1998 yılında Ömer Vargı'nın yönettiği "Herşey Çok Güzel Olacak" isimli sinema filminde Mazhar Alanson ile başrolü paylaştı. Bu filmi Türkiye ve Avrupa'da yaklaşık 1,800,000 kişi izledi.Reklam dünyasında da adından söz ettiren sanatçı , "Panasonic" reklamlarının radyo spotlarıyla iki yıl üst üste Kristal Elma ödülüne layık görüldü. Bu firmanın TV filmlerinin yanı sıra "Mavi Jeans" reklamlarında da oynamıştır. 2000 yılının Ocak ayından sonra gösterileri Star TV tarafından yayınlanmakta olup bunları "Gösteri" adlı kasette de Bay Müzik ile piyasaya sürmüştür. Askerlik görevini Temmuz 2001 de tamamlayan Cem Yılmaz gösterilerine devam etmektedir.Özel bir şirket için hazırladığı reklamlar serisi ilgi görmüştür. Reklam ve gösteri çalışmalarına devam etmektedir.Kendi alanlarında ünlü olmuş, siyaset adamı, edebiyatçı, sporcu, bilim adamı, ses, sinema, tiyatro sanatçısı, gazeteci, ticaret adamı gibi kişilerin hayatlarını, neler yaptıklarını, ülke ve dünya insanlığına neler kazandırdıklarını, hayatlarının önemli başarılarını ve dönüm noktalarını bütünüyle anlatan yazı ve kitaplara biyografi (yaşamöyküsü) denir.
Bir kişinin hayatını ayrıntılı olarak veren kişisel biyografi kitapları olduğu gibi, birden çok kişinin hayat hikâyelerini bir araya getiren genel biyografi eserleri de vardır.
Örneğin antolojilerde, ansiklopedilerde, yıllıklarda birden çok kişinin biyografileri çok kısa olarak ana hatlarıyla verilir. Bu eserlerde ya da yazarın kitabının arka kapağında veya iç sayfasında yer alan biyografiler genellikle kısadır. Ayrıntıları atılmış daha çok doğum ölüm tarihleri, doğum yerleri, bitirdikleri okullar, çalıştıkları işler, yazdıkları eserler ve önemli başarıları anılmakla yetinilir. Her döneme, her mesleğe ve her millete ait kişilerin biyografilerini veren eserlere evrensel biyografi, bir millete ait kişilerin biyografilerini verenlere ulusal biyografi, bir bölgeye mensup kişilerin biyografilerinin toplandığı eserlere bölgesel biyografi, belli bir mesleğe mensup kişilerin yer aldığı eserlere meslekî biyografi, belli bir dönemde yaşayanların hayat hikâyelerinin verildiği eserlere de dönem biyografisi denir. Dönem biyografisine çağdaş insanların yer aldığı Who's Who? (Kim Kimdir?) adlı eseri gösterebiliriz.
Biyografiler yazım tekniğine göre de farklılıklar arz etmektedir. Bunları kısaca şöyle sınıflandırabiliriz:
a. Bilimsel biyografi
Biyografik bilgileri kronolojik bir sıra içerisinde, alt başlıklar halinde, onun dönemi içindeki konumunu, getirdiği yenilikleri, gösterdiği başarıları, eserlerini, eserlerinin değişik özelliklerini eleştirel bir tutumla, belgelere, araştırma ve incelemelere dayalı olarak veren çalışmalara bilimsel biyografi ya da biyografik monografi denir. Bu tür eserlerde kişinin doğumu, yetişmesi, öğrenimi, çalışma hayatı, türlerine göre eserleri, eserlerinin önemi, şekil ve muhteva özellikleri, başarıları, ödülleri ve başka özellikleri bölümler halinde verilir. Bilimsel biyografi türüne şu örnekler verilebilir: Mehmet Kaplan Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser (1971); İsmail Parlatır,
b. Biyografik roman
Roman, hikâye gibi tahkiye kurgusu içerisinde, olay anlatımı üslûbuyla kişiyi bir roman kahramanı gibi olayların içindeki konumlarıyla sunan eserlere de edebî biyografi ya da biyografik roman denir. Biyografik romanlarda kişinin ruhsal ve fiziksel özellikleri, davranışları, duyguları, düşünceleri, tepkileri, tavır alışları, giyinişi gibi
pek çok değişik özellikleri ayrıntılı olarak verilip bir anlamda onun portresi çizilir. Hayatı içerisinde canlı, yaşayan bir kişilik olarak sergilenir. Buna örnek olarak M. Emin Erişirgil'in Mehmet Akif /İslâmcı Bir Şairin Romanı (1956); Tahir Alangu'nun Ömer Seyfettin (1968) adlı eserleri verilebilir. Ayrıca Oğuz Atay'ın Bir Bilim Adamının Romanı (1975) adlı romanı da bu türün en iyi örneklerindendir. Yazar bu romanında hocası Mustafa İnan'ı merkez alarak bir dönemin idealist neslinin hayatını yansıtmıştır.
c. Nekroloji
Ölen ünlü bir kişinin hemen ölümünden sonraki günlerde genellikle gazete ve dergilerde yakın çevresinde yer alan kişiler tarafından onun üstün niteliklerinin, erdemlerinin, çalışmalarının ve diğer özelliklerinin anı üslûbuyla anlatıldığı yazılara denir. Bu yazılar bir anlamda öleni çok seven birinin ağıtları, duygusal, öznel açıklamalarıdır.
Bu tür yazılara örnek olarak Yahya Kemal'in ölümü dolayısıyla kaleme alınmış şu yazıları verebiliriz: Vehbi Cem Aşkun, "İstanbul Aşığını Kaybetti" (Dün-ya, 5 Kasım 1958); Nimet Behsuz, "Büyük Şairin Arkasından" (Yeni Gün, 3 Kasım 1958); Cenap Gedikoğlu, "Bir Dev Şair Göçtü" (Yeni Gün, 5 Kasım 1958).
Oto-biyografi:
Bazı ünlü kişiler hayattayken kendi hayat hikâyelerini yazmışlardır. Bunlara da oto-biyografi (özyaşamöyküsü) denir.
Önceleri biyografiler, genellikle kralların, büyük din adamlarının ya da olağanüstü kahramanlıklar göstermiş kişilerin hayatıyla sınırlıydı. Bunların biyografilerinde genellikle onların gerçek özelliklerinin ve niteliklerinin yanında efsanevî, menkıbevî özellikleri de vurgulanırdı. Kahramanların yüceltilmiş kişilikleri o topluma bir özgüven aşılıyor, ayrıca model kişilikleri sunularak onlar gibi olunması salık veriliyor ve bazı hikmetli davranışlarıyla da ibretli dersler verilmesi amaçlanıyordu.
Örneğin Tanzimat’tan önce klâsik Türk edebiyatında yazılan menakıpnameler, tarikat büyüklerinin kerametlerle dolu olağanüstü hayatları verilir.
Türk edebiyatında ilk biyografik eser, Malik Bahşi'nin Feridüddin-i Attar'dan çevirmiş olduğu Tezkiretü'l-Evliya'dır.
Daha çok mesleklerine göre düzenlenmiş ve birden fazla kişinin biyografisinin yeraldığı tezkire, menakıb, vefeyat, devha, sefine, tuhfe, hadika, fihrist, silsilename, şairname, gazavatname, sicil gibi adlar altında birçok eser kaleme alınmıştır. Menakıpname ya da velâyetname denilen eserlerde tarikat büyüklerinin, evliyaların, pir ve şeyhlerin olağanüstü halleri, kerametleri ve diğer kişisel özellikleri anlatılır.
Yayımlanmış bazı menakıpnamelere şu örnekler gösterilebilir: Hacımsultan
Velâyetnamesi (Rudolp Tschudi); Hacı Bektaş Velâyetnamesi (Erich Gross).Vakayinamelerde de birçok devlet adamının biyografilerine ait malzemelerbulmak mümkündür.
Şuara Tezkireleri:
Şairlerin biyografilerine, eserlerine yer veren, şiirleri hakkında değerlendirmelerin bulunduğu eserlere şuara tezkiresi denir.
Türk şairlerinin biyografilerinin toplandığı ilk Türkçe şuara tezkiresi XV. Yüzyılda kaleme alınan Ali Şir Nevayî 'nin Mecâlisü'n-Nefâis adlı eseridir.

HATIRA (ANI)

Hatıra da denir. Bir kimsenin yaşadığı, gördüğü, içinde bulunduğu olayları, durumları ve yaşantıları sanat değeri taşıyan bir üslûpla anlattığı yazı türüdür. Ünlü yazar Andre Gidé göre anı yazmak, "ölümün elinden bir şey kurtarmaktır. Yahya Kemal'e göre ise "ömrümüz anılardan oluşmuştur. Ömrü ileriye doğru uzatmak pek elimizde olmadığına göre kendimizi geçmişe verip uzun yaşamalıyız."Anılar, geçmişte yaşananlara sanatsal, siyasal ve bilimsel açıdan ışık tutmaları açısından önem taşır. Anılar, edebiyatçılar tarafından kaleme alındıklarında daha ilgi çekici ve sanatsal yönü güçlü yapıtlar ortaya çıkar. Anılar sonradan anımsanarak yazılabildiği gibi, olayın yaşandığı gün sıcağı sıcağına da yazılabilir. Çoğu yazarlar anılarını günlük olarak not ederler. Ne gün yazıldığını hatırlamak için tarih atılan, çoğu zaman her günün sonunda olup bitenin sıcağı sıcağına anlatıldığı, olaylarla ilgili yorumlar değerlendirmeler yapıldığı yazılara günlük veya günce denir. Pek çok insanın tuttuğu anı (hatıra) defteri bir tür güncedir..Edebiyatımızda pek çok anı örneği vardır. Örneğin; Ömer Faruk Toprak'ın Gönen Öyküler'i adlı kitabında ve Ahmet Rasimin Falaka adlı kitabında toplanan öyküler çocuklara yönelik anı öykülerdir. Halide Edip Adıvarın Türkün ateşle İmtihanı, Falih Rıfkı Atayın Atatürkün doğumundan ölümüne kadar, Yakup Kadri Karaosmanoğlunun Gençlik ve Edebiyat Anıları, Oktay Akbalın Günlerde, Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi Sürgün, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun bir lise öğrencisinin millî mücadele anıları anı kitaplarının en iyi örneklerindendir.Anılar, anı portre ve düz anılar olmak üzere ikiye ayrılır.Anı portreBir yazarın tek bir kişiyle ilgili anılarını yazdığı anı türüdür. bu anı türünde yazar, kişinin çeşitli yönlerini ele alarak portresini çizer. onu, ruhsal ve fiziksel açıdan anılar yoluyla tanıtır. bu türün en iyi örneklerinden birisi Yusuf Ziya Ortaç'ın portreler adlı anı kitabıdır. Düz anıYazarın çeşitli kişiler, dönemler ve olaylarla ilgili anılarını içeren anı türüdür. Muallim Naci'nin Ömerin Çocukluğu, Aziz Nesin'in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez'i, Fikret Otyam'ın İsmet Paşa'lı Yıllar'ı düz anı örneklerinden bazılarıdır.Anı portre ile düz anının farklı yanı; düz anıda, belirli bir döneme ilişkin anıların özellikle belirli bir kişiyi anlatma amacı gütmeksizin anlatılması, anı portrede ise olayların belirli bir kişinin çevresinde anlatılmasıdır.ANININ ÖZELLİKLERİ: 1- Gerçek deneyimleri anlatır. 2- Herhangi bir düşünceyi kanıtlama amacı yoktur; bilgilendirme amacı vardır. 3- Söyleşi havasındadır, dili yalındır. 4- Genellikle öyküleyici anlatım biçimiyle yazılır.5- Konusunu bir yerden alır."Falaka", Ahmet Rasimin çocukluk günlerini tüm ayrıntılarıyla anlattığı bir anı kitabıdır. İlköğrenimine Sofulardaki mahalle okulunda başlayan Ahmet Rasim, kalfadan yediği dayak üzerine hastalanır ve okuldan ayrılır. gideceği yeni okul da dayak ve falakayla ünlenmiş bir okuldur. Rasim, okulun kapısından girer girmez falakada dayak yiyen birini görür ve okulu bırakıp eve kaçar.Çocukluğunda yaşadığı tüm bu olaylar Ahmet Rasimin okula karşı büyük bir korku beslemesine neden olmuş, "Falaka" adlı kitabında eğitim ve öğretimde uygulanan dayak yöntemini eleştirmiştir.Yazılarında dış dünyayı rengi, sesi ve kokusuyla başarılı bir şekilde anlatan Ahmet Rasim, bu kitabında da okul günlerini ve dönemin geleneksel yaşamını incelikle işler.ANI ÖRNEKFALAKAHer sabah Çarşı Camii`nin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi, cıvıl cıvıl neşeli geçerdik. Okul biraz daha ileride, alçak duvarlı,oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı, etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından Hoca girmeden Efendinin olup olmadığını, şöyle bir bakar, anlardık: -Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be? -Gelmiş, gelmiş... Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendinin eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan... Her sabah bizler gibi erkenden okula gelir, akşama kadar kalır. Evlerimizden, sırasıyla getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek okulda bir ayrıcalıktı. Hoca Efendiye kim yaranırsa bunu mükafat olarak kazanırdı. Okulun kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşı tarafta Hoca Efendinin rahlesi vardı. Rahlenin önünde top yavrusu, müthiş tuhaf bir kürek gibi siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere almışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elif beyi, amme`yi her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor,bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün dersimiz sıkıcı genellikle bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleriydi. Hoca Efendi, aksakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz kış, her zaman cüppesiz abdest almaya hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıplak, sıvalı, yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camiini süpürmeye gidip sonra hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, çiğdem gibi şeyler satardı. Gönenden geldiğimiz günden beri her gün okula devam ediyordum. En başta gelen zevkim falaka tutmak!...Fakat bir gün Hakim Efendi ile setre pantolonlu,asık suratlı biri geldi. -Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler.Sakalsız esmer, uzun boylu, aksi birisi. Kapıdan girdiği anda Hoca Efendinin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisi çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak biri yerimize oturttu. Hepimizi tek tek gözden geçirdi. Bir kaçımızı okutmak istedi. Oysa bizler tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere baktı ve başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendinin başında asılı duran falakayı dikti, baktı baktı. Sanki ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkat kesilerek öylece baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken:- Biraz dışarı gelirmisiniz, Hoca Efendi?... dedi.Hoca Efendi korkarak divan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hâkim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarıda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ama falaka ertesi gün yine yoktu.Falaka yasak olmuş... diyorlardı. Sözde, Kaymakam Bey etmiş!Dayak korkusu kaldırılınca bizler kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki.... Ne yaptığımızı bilmez hale geldik, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, yalvartıyorduk...Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efemdi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Bu defa baş ucuna asmadı, oturduğu minderi arkasına gizledi. Fakat şimdi kim kabahat ederse, eskisinden daha fena dövüyordu.Çok iyi hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz birliğiz. Aramızda bizi ele veren birisi çıkmıyor. Hoca Efendiye karşı tek bir vücut gibi hareket eder olmuştuk. Bir gün bahçede söz birliği ettik. İçeride hepimiz birden esnemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar oracıkta uyuyuverdi. O zaman yerimizden kalkıp rahlenin üzerindeki enfiye kutusu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmalar başladı. Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Hep bir ağızdan ahenkle:- Bilmiyoruz, bilmiyoruz, dedik- Hepinizi falakaya çekeceğim.- Bilmiyoruz, bilmiyoruz!- Kimse söylemeyecek mi?- Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki!...- Bilmiyorsunuz, öyle mi! Necip, git camiden falakayı çağır, çabuk.Beş on dakika sonra falaka geldi. Korkunç bir sahne başlamıştı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Artık nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. O günden sonra Hoca EfendiEsneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sanıyordu. Hele hapşırmak... Kazara, kendiliğinden hapşıranı, benimle eğleniyor musunuz? diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dayak atıyordu. Aksi gibi benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bürün kuvveti ile rahlesine vuruyor:- Bundan sonra kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim! Diye bağırıyordu.- ... - Şart olsun, kim hapşırırsa...Şart olsun! Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini aç- Çok büyük yemin! Dedi. - Yalan yere bu temini eden çarpılır mı?- Hayır.- Ya ne olur?- Daha kötü- Nasıl?- Karısı boş düşer.Tam anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini okuldaOkulda çocuklara bütün ayrıntıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi,Yalan doğru, bizde şart olsun! yemine başladık. Vallahi, billahi unutuldu. Hoca Efendi de artık her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor. - Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm! Diye tekrarlıyordu.Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik.Her zamanki gibi derin bir uğultu... Ben baktım. Hoca Efendi dalmış güzel güzel uyuyor. Hemen aya kalktım. Çocuklara dönüp, şahadet parmağımı dudaklarıma götürerek:-Susunuz!...İşaretimi verdim. Seda kesildi. Hepsi dikkat kesilmiş ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran bir taba kadar büyük enfiye kutusu ilişmişti. Yavaşça yürüdüm, ayaklarımın ucuna basa basa yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyelerin hepsini kitap yapraklarının arasına boşattım. Kutuyu yine olduğu gibi yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.-Hayır, bu defa biz çekmeyeceğiz, dedim. Sonra hapşırırız. Uyanır.-Ya sen ne yapacaksın?-Görürsünüz...-Ne yapacaksın, ne yapacaksın? -Söylemem dedim. Çok güleceğiz.Öyle bir şeytanlık aklıma gelmişti ki, daha yapmadan, gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Bizim gülüşmelerimizden çıkan sese Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı. İçinde enfiye yok... Sinirlendi.- Kim aldıysa söyleyin,şart olsun gebertirim. Hep bir ağızdan,ahenkle: -Şart olsun, haberimiz yok! dedik.-Kim aldı? Söyleyiniz. -Bilmiyoruz, bilmiyoruz!...-Pekala, bunu size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıkacağım. Sonra da öldürünceye kadar döveceğim. Kazara hapşıracağız diye hepimizin korkudan sesi soluğu kesilmişti.-Şart olsun...Ah bugün içinizden biri hapşırırsa...Şart olsun,öldüreceğim...-...-Ah şart olsun,biriniz hapşırırsa...Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapatıp, çoraplarını,mesini giydi. Cüppesini omzuna aldı hep bir ağızdan,çarpım cetvelinin tekrarından sonra ilahiye başladık. En sonuna doğru yanımdaki çocuğa dürterek ayağa kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:Ne var? -Abdurrahman Çelebiyi hazırlayalım mı?-Haydi, ama çabuk!Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendinin izin verdiği iki çocuk önceden çıkar, eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni hızla indik. Abdurrahman Çelebi yiyemediği otların üzerine uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek yerinden kaldırdık. Yularını, semerini vurduk. Artık ilahi sesleri kesilmişti. Bencebimden içi enfiye dolu kağıt boruları çıkardım. Usulca eğildim Abdurrahman Çelebi bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı. İkinci boruyu üfleyemedim. Yularından sıkıca tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor,gülmemek için sıkı sıkı eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cüppesini giymiş, ağır başlıkla,yavaş yavaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir kuş dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu. - Ne olmuş bu hayvana? - Bilmem efendim, uyuyordu... - Gemini yanlış vurmuşsunuz. - Hayır. - Getirin bakayım. Bütün çocuklar da hayretle bakıyordu. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi Pişih pişih diye başını sarstı, bütün çocuklar kahkahaya başladı. Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin etkisiyle Abdurrahman Çelebi habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:- Sizinle eğleniyor efendim, dedim. - Halt etmişsin... Daha da küstahlaştım: - Bunu da falakaya yıkmalısınız. - O,o hayvan...Kahkahalarla katılan çocuklar:-Falaka, falaka... diye bağrşıyorlardı.Ben onlardan cesaret alarak dedim ki: -Ama Hoca Efendi, bu gün okulda, Kim hapşırırsa, şart olsun falakaya yıkacağım.dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebiyi affederseniz karınız boş düşer.Çocuklar, ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:-Karınız boş düşer! Karınız boş düşer diye haykırıyorlardı.Hoca Efendi bir an şaşırdı.Bineceği zamanlar, Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Abdurrahman Çelebi! diye diye sevgiyle okşadığı eşeğine dehşetle baktı. Kapının yanından çocuğun biri içeri koşmuş falakayı, değneği çıkartmıştı. Abdurrahman Çelebicik düzensiz aralıklarla durmadan hapşırıyordu, burnunu yere sürmek istiyordu.Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendinin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlardı. Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!... diye ahenkle durmadan tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kızdığını bilmeyen Hoca Efendi,elinde olmadan:-Yıkınız! emrini verdi.Belki yirmi çocuk Abdurrahman Celebinin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan sonra yere yapıştırdık! Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı. Nallar gibi tak tak vurmaya başladı. Eşek debeleniyor, çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü... Ansızın arkadan bir çocuk:-Kaymakam Bey! diye bağırdı.Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çevirdik; siyah pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam...Sağında solunda birer koltuk görevlisi, dimdik öylece duruyordu. -Ne oluyor, Hoca Efendi? diye sordu.- ...Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar ise bıraktılar. Kurtulan, ürkmüş zavallı eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının altına doğru kaçıyor,avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Okulun önüne geldi. Kaşlarını çatarak hiddetle tekrar sordu:Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar ise bıraktılar. Kurtulan, ürkmüş zavallı eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının altına doğru kaçıyor,avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Okulun önüne geldi. Kaşlarını çatarak hiddetle tekrar sordu:- Ne yapıyordunuz?- Şey... efendim...Hoca Efendi kekeliyordu. - Ne?- Şart etmiştim. - Ne demek? - Hapşıran için.- Ne hapşıranı?- Eşek hapşırdı.- Eşek mi hapşırdı?- !...- !!!- Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüyordu. Kaymakam, ağır başlılığına dokunan bu arsızlığa hiddetlendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek:-Defolun bakıyım oradan, terbiyesizler!... dedi.Biz korktuğumuz için, hemen sustuk.Sonra şaşkın, perişan halde yere bakan Hoca Efendiye döndü:-Benimle beraber geliniz.-Kaymakam önde, koltuk görevlileriyle Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler.Bu olup bitenlerden sonra, okulda ne falaka gördük, nede Hoca Efendiyi!Şimdi kimi hapşırırken görsem, küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz tuhaf bir acı sızlar. Benim yaptıklarımdan dolayı hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu ak sakallı, fakır ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Aradan zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha da büyüyen bir vicdan azabı duyarım.Fakat...Fakat, bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir acı gerçek yok mudur?

GÜNLÜK (GÜNCE)

Öğretmeye bağlı, gerçekçi anlatım türlerinden biri olan günlükler, bir kişinin önemli ve kayda değer bulduğu olayları , gözlem , izlenim duygu düşünce ve hayallerini günü gününe tarih belirterek anlattığı yazdığı yazı türüdür. Latincedeki “dies ( gün ) sözcüğünden “diarium” ( günlük ) sözünden gelirEdebiyat ve sanat dünyasından tanınmış kişilerin kaleminden günü gününe yazılan günlükler, tüm gerçekliğiyle yaşamı yansıtan birer ayna olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Günlükler, yazarlarının iç dünyasını kurgusuz bir biçimde sergileyerek günlüğün sahibine ilişkin ayrıntılı bilgilere birinci elden ulaşmamızı sağladıkları gibi, yazıldıkları dönemin önemli olaylarına ilişkin tarihsel belgeler olarak da önem kazanırlarÖrneğin 1409 – 1431 yılları arasında Fransız bir papanın tutuğu “ Parisli Bir Burjuvanın Günlüğü”vı. Ve vıı. Charles dönemini araştıran tarihçiler için önemli bir kaynaktır. İngiliz Günlük yazarı John Evelyn’in “Diary” ( günlük ) adlı günlüğü17. yüzyıl İngiltere’sinin toplumsal ve kültürel yapısına ışık tutar.
ÖZELLİKLERİ1- Yaşan olayların, izlenimlerin günün gününe yazılması ile oluşurlar2 - Birinci kişi ağzından yazılmış kısa ve özlü yazılardır3 – İnandırıcı, içten ve samimidirler.4 – Konuşma diline yakın bir dil kullanılır.5 – yazarın kişiliğini, görüşlerini ve ruhsal yapısını yansıtırlar.6 – Gerçekler, yaşanılanlar değiştirilmeden, çarpıtılmadn yazılır7- Tarih, biyografi anı, … için birer belge değeri taşırlar.
GÜNLÜK ÇEŞİTLERİ1 – İçe Dönük Günlükler ( özel ruhbilimsel günlük ) Yazarın bir bakıma kendi kendi ile konuşmasıdır içinde bulunduğu doğal ve toplumsl çevreden yazgısından yakınır. Bu metinlerde yazarın yaşadığı duygusal coşkunluğu bulabileceğimiz gibi, çeşitli kavramlar hakkındaki düşüncelerin yazarın bilincindeki açılımlarını da bulabiliriz. Stendhal’ın günlüğü, Rus yazar Alexander Sergeyeviç Puşkin’in “ Gizli Günce” bu metinlere örnek gösterilebilecek niteliktedir. Fransız yazarı Andre Gide ve bizde Nudullah Ataç bu türün başta gelen ustalarındandır.2 – Dışa Dönük Günlükler : . Bu tip günlüklerde yazarlar, alaycı bir tavırla dönemin olaylarını, siyaset ,sanat ve edebiyat adamlarını ya da gündelik sıkıntılarını öykü tekniği kullanılarak anlatmaktadırlar. Bu tür günlüklerde yazar kendi zaman dilimi içindeki tutum ve davranışlardan,düşünsel akımlardan haber verir. Bu nedenle de bu günlükler birer belge değeri taşır.. Ünlü ressam Paul Gaugin’in o dönemde Fransız kolonisi olan Markiz adalarında yazdığı günlük, dışa dönük günlüklere örnek olabilirYaşadığı hayat kesitlerini, çeşitli konulardaki izlenimlerini öykü tekniği ve zengin betimlemeler aracılığıyla günlüğüne yansıtan ünlü öykücümüz Tomris Uyar’ın günlükleri de dışa dönük niteliğe sahiptir.Bu türler dışında bir de sanat esarlerinin oluşumu ve gelişini ile ilgili günlüklerde vardır. Yazar eserinin gelişme evrelerini günü gününe anlatırken çektiği sıkıntıları, kaygılar çalışma yöntemini de bize göstermiş olur. A. Gide’nin “Kalpazanlar” Thomas Man’ın “Doktor Faustas” bu tür günlüklerin başarılı örnekleridir.
TARİHSEL GELİŞİMİGünlük isimli yazın türünün tarihsel gelişimini ve geçirdiği evreleri incelemek istediğimizde bu yazın türü için iki ayrı dönem olduğunu fark ederiz. Bu dönemlerden ilki günlüklerin edebi bir nitelik kazanmasından önceki dönemdir. Tarihte ilk defa Romalılar günlük kullanmıştır. Edebi içerikten yoksun, bir takım kamu kuruluşlarında yapılan işlemlerin unutulmaması amacıyla tutulan ve “commentarii” adıyla anılan bu ilk günlükler, duygusallıktan uzak notların kabaca birleşiminden oluşmaktadır. Tarihte, bu çeşit günlüklerin savaşlar ve askeri hareketleri not etmek amacıyla kullanıldığı da görülmüştür. Edebiyat değeri taşımayan bu günlükler şüphesiz tarihçiler için önemli kanıtlardır,Osmanlı Teşrifatçılarından Ahmet Ağa Kara Mustafa Paşa’nın İkinci Viyana kuşatmasını günü gününe kaydettiği “Vakay-ı Beç “adlı eseri( Aslı Viyana Milli kütüphanesinde olup “Viyana Önlerinde Kara Mustafa Paşa “ ve “Viyana Kuşatması Günlüğü “ olarak Türkçeye çevrilmiş ) , Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferini anlatan “Haydar Çelebi Ruznamesi “ bu dönem ve olaylara ışık tutmuştur .Günlükler edebi değer kazanmaya ancak. Rönesans sonlarına doğru başlamıştır. 1768-1840 yılları arasında İngiltere Kraliçesinin nedimesi ve roman yazarı olan Fanny Burney, saray dedikodularına ve pek çok olaya kendi duygusal izlenimlerini ekleyerek yazdığı günlükle İngiliz edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur19. yüzyılın ortalarına doğru, romantizm akımının en yoğun dönemini yaşamasıyla birlikte günlükler, edebi değeri ve içeriği bakımından çoğalmaya, yaygınlaşmaya ve yazarlarının iç dünyasını yoğun duygularla yansıtmaya başlamıştır.Türk edebiyat tarihi düşünüldüğünde, Divan edebiyatı döneminde tutulan “Ruzname” isimli savaş notları ile Evliya Çelibi’nin “Seyahatname”si tam bir günlük niteliği taşımasa da içerdikleri bazı bölümlerle bu yazın türüne yakınsamakta ve tarihimizdeki ilk günlük örneklerini oluşturmaktadır. Asıl olarak günlüklerin, batı edebiyatındaki biçim ve içeriğiyle Türk edebiyatında yer alması Tanzimat dönemine denk gelmiştir. Direktör Ali Bey’in “Seyahat Jurnali”(1897) adlı gezi kitabı batıdaki anlamıyla Türk edebiyatında görülen ilk günlüktür.Bunu şair Nigâr Hanım ın “ Hayatımın Hikayesi” adlı eseri izler.Günlükler ,1950 yılında Nurullah Ataç’ın bir gazetede günlük yazıları yazmasından ve yoğun ilgi çekmesinden sonra önem kazanmaya başlamıştır. Nurullah Ataç bu yazılarına başlık olarak “Günlük” yerine “Günce” deyişini kullanarak bu deyişi yazın hayatımıza kazandırmıştır. Nurullah Ataç’ın günceleri içe ve dışa dönük içeriğin uyumlu bir sentezi olarak edebiyat dünyasına bu türdeki en bilinen eser olarak geçmiştir.Türk edebiyatındaki en seçkin günlüklerin başında Oğuz Atay’ın günlüğü ile Cemal Süreya’nın “Günler” adlı eseri gelmektedir Bunlar dışında edebiyatımızda kitap olarak basılan en önemli günlükler ve yazarları şunlardır .Günce, Uçuş Günlüğü, Gazi Günlüğü Avusturya Günlüğü : Nurullah AtaçGünlük , Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga, Bay sessizlik, Aynalar Günlüğü : Salah BirselYeryüzü Korkusu, Geçmişin Kuşları, Anılarda Görmek : Oktay Akbal“Kafkas Yollarında : Refik Ahmet AltınayYolculuk Defteri : Falh Rıfkı AtayGündökümü, Sesler, Yüzler, Sokaklar, Günlerin

ELEŞTİRİ

Eleştiri nedir? Aslına bakarsanız amacımız bu sorunun cevabının verilmesinden çok, Cumhuriyet tarihi eleştirisine bir bakış anlamı taşıyor. Eleştiri nedir sorunsalı ise gerçekten üzerine bir ton şey yazılabilecek çetrefilli bir konu olma özelliğinde. Gerek felsefi gerekse de edebiyat açısından olsun bu soruya verilecek cevap gayet yorucu bir çalışmayı göze almayı gerektiriyor; eğer gerçek manada eleştirinin ne olup olmadığı açığa çıkartılmak isteniyorsa tabii.Biraz öncede belirtildiği gibi asıl konumuz eleştirinin ne olup olmadığı değil; bu sorunun yanıtlandığını varsayarak, Cumhuriyet tarihi tiyatro eleştirisine bir göz atmak. Cumhuriyet tarihi denince doğal olarak Cumhuriyetin ilan edildiği tarihi milat olarak kabul etmek gerekmekte buda malum 1923 yılı; bu tarihten başlayarak 90 lı yıllara kadar ki tiyatro eleştirisi içinde bir serüvene çıkacağız.İncelemeyi kronolojik bir seyirde ilerletmeyi daha doğru buluyorum. Bu şekilde dönemler arasında ki değişimleri, gelişimleri bir akış içinde görebilmek mümkün olacaktır.
Türk tiyatrosu elbette ki Cumhuriyetten önce gerek Tanzimat gerekse meşrutiyet dönemlerinde etkinliklerini sürdürüyorlardı. Bu dönemlerde ki tiyatronun pek çok manada eksiklikleri mevcuttu. Örneğin bir kadın oyuncu sorunu, bir dil sorunu, yine seyirci sorunu tiyatro açısından büyük sıkıntılara neden oluyordu. Cumhuriyet dönemi tiyatrosu bu mirasın üzerine kurulup, belirtilen sorunlarla onlarda uğraşmışlardır. Ancak örneğin: kadın oyuncu meselesi Atatürk’ün adımlarıyla aşılmış, diğer konular ise uzun süreçli bir uğraş sonucunda eskisine nispetle düzelmeye başlamıştır.1923-1930 döneminde, tiyatronun yeterince gelişmemesine koşut olarak tiyatro eleştirisi de bir tiyatro eleştirisi formundan çok tanıtım yazısı özelliğindedir. Bu anlaşılır bir durumdur. Tiyatro toplumsala yeterince yayılamamış ve tanıtılamamışsa çıkan oyunların eleştirisini yapmak birazda kendini kandırmak anlamına geleceğinden, eleştiriden çok tanıtım yazısının yazılması doğal ve olması gerekendi. Aynı zamanda yetersiz tiyatro kültür ortamında tiyatro eleştirisi yazabilecek tiyatro adamları da yoktu; bu yüzden çıkan yazılar edebiyat adamlarınca yazılmışlardır. Böyle olduğu için kullanılan dil halkın dili değildir. Dil sorunu yakıcı olarak kendini göstermiştir. Kullanılan dil genelde Osmanlıca (arapça-farsça) ağırlıklıdır. Tanzimat döneminde aydınların dilde sadeleşme yönündeki tavırlarının bizzat kendi kullandıkları dille çelişmesi ve bu istemlerinin başarısızlığa uğraması gibi 23-30 yıllarında da kullanılan dil hala Osmanlıca ağırlıklıdır. Ayrıca yazıların edebiyat adamlarınca yazılması nedeniyle şiirsel bir üslup kendini göstermektedir. Yine yazılara baktığımızda gösterime yönelik her hangi bir değinmeyi göremiyoruz.Bu dönemin en önemli ismi; ki sonradanda önemini uzun yıllar koruyacak bir kişi olan Muhsin Ertuğrul’dur. Onun yazıları daha çok sanat kavramına yoğunlaşmıştır. “ sanat sanat içindir- Sanatın vasıta olduğu yerler- Tiyatronun içtimai hayatta tesirleri- Muhitin sanatkar üzerinde tesiri- sanat eseri olamayan tiyatrolarımız hiç olmazsa müfid olmalıdır. Sanat hiç şüphesiz ki sanat içindir. Fakat bu, sanatın vasıl olabileceği en yüksek noktasıdır. Bu noktaya erişilmeden evvel sanat daima başka bir vasıta diye kullanılmıştır” (Muhsin Ertuğrul-bize nasıl tiyatro lazım?”
23-30 döneminin Cumhuriyetin çocukluk çağı olması nedeniyle bu devrin tiyatrosu da yeni baştan örgütlenmeye çalışılıyor, yoğun bir yokluk yaşantısı içinde sanatın, sanat anlayışının da olamaması yüzünden yazarlar, edebiyatçılar aynen Tanzimat dönemi aydınları gibi (Şinasi, Namık Kemal) halkı bilinçlendirme, aydınlatma amacını güdüyorlardı yazılarında.
1930-1940’lı yıllarda tiyatro artık bir bütün olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu dönemin eleştirilerinde genel olarak ele alınan konular eleştirinin nasıl olması gerektiği, nitelikli eleştirmenlerin yokluğu sorunu yada sahnelenen oyunların metinleri üzerinedir. Metin üzerindeki gereğinden fazla duruş sorunu yani oyun öyküsünün uzun uzadıya anlatılması durumu yaygın bir eleştiri problemi olarak gözlemliyoruz.Yine bu dönemde milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde gerçekleştirilen kültür atılımıyla klasiklerin dilimize kazandırılması, batı klasiklerinin de sahnelenmesine vesile olmuştur. (ibsen’in per günt, shakespeare’in hamlet,macbet, kral lear, yanlışlıklar komedyası vb.) Uyarlamalardan çok çevirilerin yapılması, oyun çevirilerine yönelik eleştirileri de ortaya çıkarmıştır (hatalı çeviriler sorunu).Dil açısından eleştirilere baktığımızda eskisine oranla dilde bir sadeleşmenin olduğunu görmekteyiz ama bir çok eleştiride eskinin dil anlayışının kendini muhafaza ettiğine de tanık olmaktayız.Bu dönemde gerçekleşen ve bir ilk olarak söylenmesi gereken bir konuda çocuk tiyatrosundan ilk kez bahsedilmiş olmasıdır. Yazı Hikmet Feridun Es tarafından yazılmıştır: “ İstanbul Belediyesi gayet yerinde bir karar verdi. Yakında bizde de bir çocuk tiyatrosu kuruluyor. Bu tiyatronun başında uzun zaman çocuk tiyatrolarını tetkik etmiş Ertuğrul Muhsin gibi kuvvetli sanatkarlar var. Her halde kurulacak tiyatro memleket için bir kazanç olacak....”Dönemin siyasal ve toplumsal koşullarını bu eleştirilere yansımadığına inanıyorum. Yazıların belgesel özelliği olmadığı için o günün atmosferi hakkında pek bilgi bulmak mümkün olamıyor.
1923’ten 1940’a gelene kadar bir çok konuda gelişmelere tanıklık ediyoruz. Örneğin, dil devrimiyle birlikte dilde, ta Tanzimat devrinde özlemi duyulan dilde sadeleşme olgusunun, artık başarılmaya başladığını görmekteyiz. Yine tiyatro sanatı bu süreç zarfında kendi bütünlüğü içinde kavranmaya ve tanınmaya başlamıştır. Önceleri daha çok uyarlama eserleri oynayan topluluklar, çevirilerle birlikte batı klasiklerini de oynama fırsatı bulmuşlardır. Öyle ki Hamlet’in nasıl oynanması gerektiğine ilişkin bilgi veren yazılar dahi yazılmıştır (Selami İzzet Kayacan “şehir tiyatrosunda hamlet nasıl oynanır” )
Tiyatro ve eleştiri alanında gelişim 1940-1960 döneminde de sürmüştür. Bu dönemde tiyatroya bakış farklılaşmış, tiyatronun evrensel niteliği üzerine daha fazla durulmuştur. Bu nedenle çağdaş bir tiyatro yaratma amacı belirginlik kazanmıştır. Eleştiriler bu amacın sancısını taşımaktadır.Tiyatro olgusu eskiye oranla daha sağlıklı ele alınmaya başlanmıştır. Eleştiri alanında epey bir yol alınmış, gelişim sağlanmıştır. Bu anlamda bu dönemlerin en önemli ismi tavizsiz tavrı ve kullandığı üslupla Adnan Benk’tir. Adnan Benk’in uzlaşmaz ve dobra tavrını yukarda vurguladığımız çağdaş evrensel anlamda bir tiyatro yaratma gayesi açısından örneklendirebiliriz.“ Shakespeare’ in bu ünlü eserini Ertuğrul Muhsin tekrar sahneye koyacak dedikleri zaman Hamlet anlayışına bir yenilik getireceğini düşünmüştüm. Gerçekten de bir dünya sanatının ortak malı olan eserler karşısında bir rejisör için iki davranış vardır, ya klasik eseri tanımak ve halkın eğitimine hizmet etmek için çalışacak, yada eseri yeni bir anlayışla sahneye koyacaktır...) (Adnan Benk, “küçük sahnede hamlet)Bu dönem de eskiye oranla metin çözümlemelerinin daha iyi yapıldığını görmekteyiz. “piyes örgüsü bakımından ilk üç perdede vak’akla diyalogları bir birinden biraz ayırmış: son perdede ise en kuvvetli noktasına vararak muharrin patetiğe ulaşmıştır. Yer yer lirik yeni adlarla beslenen “soygun” realist kıymetlere bağlı kalmak ve hele ticaret hayatının iç yüzünü bütün dalavereleriyle: harp yılları lüksünü türlü çirkefliğe, sefaleti ise ıstırap verecek tafsilatı ile göstermek bakımından günün eseri sayılabilir” (Zahir Güvenik, “soygun” )Bu dönemin toplumsal siyasal durumuna baktığımızda DP iktidarının uyguladığı baskı yönetimi toplumsal hayata ve tiyatroya da yansımış tiyatroda pek çok sansür vakasıyla karşılaşılmış, bir çok noktada engellemelerle karşılaşılmıştır. Ancak bu otokratik siyasal ortamın yazılara yansımadığı yada başka bir deyişle eleştirilerde belge özelliğinin bulunmadığını görüyoruz.
1960 ile 70 ler arasında tiyatro neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi açısından en parlak, en hareketli çağını yaşamıştır. Özellikle muhalif-amatör ve özel tiyatrolar döneme damgasını vurmuş, seslerini yükseltmişlerdir. Bunda 61 anayasasının yarattığı görece demokratik ve özgürlükçü ortam, 50’lerin buhranını görmüş olanlar açısından büyük bir coşku ve rahatlamayla karşılanmıştır. Bu demokratik ortamda pek çok grup kurulmuş ve faaliyet yürütmüştür. Örneğin varlıklarını günümüze kadar sürdüren AST yada o yıllarda muhalif sanat alanında etkin tarzda tiyatro yapan Devrim İçin Hareket Tiyatrosunu örnekleyebiliriz. 60-70 döneminin eleştirisini incelersek gelişen tiyatro yaşantısına karşın çok güdük kalan bir tiyatro eleştirisi ortamı buluyoruz karşımızda. Eleştiri alanında 40-60 arası yükselen grafik 60-70 lerde tam tersine dönmüş yazılar eleştiri formundan uzaklaşmaya başlamıştır.Bir diğer nokta ise; dönemin hızlı toplumsal, siyasal yaşamını bu yazılarda neredeyse hiç göremiyoruz. Sanki eleştirmenler bambaşka dünyalarda yaşıyorlarmış gibi, sanki bu ülkenin havasını solumuyorlarmış gibiler.
Geçmişte başlayan ulusallaşma ve anti-emperyalist söylemin etkisiyle 1970-1980 li yıllar artık yabancı oyunlardan ziyade yerli oyunların sahnelendiği yıllar olmuştur. Siyasal ortam canlıydı bununla alakalı olarak muhalif kültür alanında savunulan şeylerin tiyatro yoluyla aktarma fikri güçlenmiştir (60-70 lerde de bu tarz topluluklar yoğun olarak vardı) ve bu siyasal hareketlilik içinde pek çok oyun yazarı ortaya çıkmıştır.Yazarların bu kadar çok arttığı ve önemli olanın ideolojik ileti olduğu bir dönemde doğal olarak yazar merkezli bir tiyatro ortamı yaşanmıştır.Bu dönem eleştirilerinin bir çoğu edebiyat adamlarınca yazılmış bu yüzden yazılar tiyatro eleştirisi formundan uzaklaşmıştır. Yinede olumlu bir özellik olarak söyleyebileceğimiz, yazıların bazılarında sahne yorumuna ağırlık verildiğidir.Bu dönemde bir ilk olan; bir çocuk oyunu üzerine eleştiri yazısı yayımlanmıştır. “Ankara Çocuk Tiyatrosu’nun Çağdaş Sahne salonunda sergilediği ikinci oyun “Becerikli Kanguru”...Bu yapıtın yazarı ve müziklerini hazırlayan Ahmet Önel. Yönetmeniyse bu tiyatronun kurucusu ve “Bir Şeftali Bin Şeftali”nin yönetmeni Salih Kalyon” (Hülya Nutku, Becerikli Kanguru)Eleştirilerin zamanın siyasal toplumsal durumunun ne kadar yansıttığına baktığımızda önceki dönem eleştirilerinde ki gibi eleştirilerin yaşamdan çok uzak olduğunu görüyoruz.
“1980 lerden başlayarak günümüze uzanan çizgide tiyatro eleştirisine baktığımızda karşımıza çıkan resmin önceki yıllarla aynı dinamiği, renkleri, coşkuyu taşımadığı görülür. Bunun nedenleri darbelerde, baskıcı eğilimlerde, özgürlüklerin kısıtlanmasında, sosyal çalkantılarda, giderek büyüyen ekonomik dengesizliklerde, eğitim sistemindeki sapmalarda görülür” (Dikmen Gürün, Tiyatro Yazıları)Bir bataklığa çevrilmişse yürüyeceğiniz yollar sizden, hiç kimse temiz kalmanızı bekleyemez. 12 Eylül’ün yarattığı Türkiye’de işte tamda bahsi geçen bu bataklığa denk düşüyor. Bu kadar ağır bir siyasal, toplumsal ortamın eleştirisinden günü yansıtmasını beklersiniz ama ne yazık ki boş bir bekleyiştir. Aslında ayıplamakta insafsızlık olur , her an evinin kapısının jandarmalarca çalabilme ihtimali vardır çünkü. Demokrasi kültürünün hadım edildiği bir yaşantı da tiyatroda kolektif üretimden çıkıp yönetmen merkezli bir yapıya kavuşması tabiidir. 80-90 döneminde yönetmen merkezli bir tiyatro anlayışıyla karşılaşıyoruz.ayrıca 70’li yıllarda hızlanan yerli tiyatronun gelişimi ne yazık ki bu süreçte sekteye uğramış tiyatro kurumları yüzünü tekrar batıya çevirip oralardan getirdikleri oyunları genellikle yine Avrupa’dan çağırılan yönetmenlere oynatmışlardır. Şunu tekrar vurgulamaya kendimi mecbur hissediyorum. Bir olayın doğru tahlili ancak durum yani dönemin sosyal-siyasal-ekonomik-ideolojik yönlerinin değerlendirilmesiyle mümkündür. Biz yerli oyun yazımının ve sahnelemesinin gerilemesinden, tiyatronun muhalif özelliklerinin bu yıllarda silikleştiğinden bahsediyorsak, aklımızın bir köşesinde 12 Eylül darbesinin siluetini bulundurmamız gerekmektedir.Eleştiriler genelde oyun metinlerinin analizi ve konularının anlatımıyla sınırlı kalmış, sahnelemeye yönelik eleştiri güdükleşmiştir. Bu doğaldır, tiyatro aktivitesini kaybedince sonuç normal olarak bu olmuştur.
90’lı yıllar pek çok noktada kültürün yozlaştırıldığı, içinin boşaltıldığı bir dönemdir ve 12 Eylül’ün devamı niteliğindedir. 12 Eylül darbesinin toplumun siyasetten arındırılıp, aptallaştırılması istemini Özal 90 lı yıllarda askeri cuntanın sertliğinin aksine güleç yüzüyle sakladığı kurnazlığı ve medya ile sürdürmüş hatta bu konuda darbeden daha etkili olmuş, başka bir ifadeyle derin darbe şeklinde uygulamıştır. Bu depolitizasyon ortamının karşısında durması gereken toplumun vicdanı olan muhalif hareketlerde gerek darbenin gerekse de örneğin SSCB nin yıkılmasıyla bir ideolojik bunalıma düşmüşler gittikçe güç kaybetmişlerdir. Ancak Hegel in dediği gibi “Doğru tarihe direnendir” muhalif sol söylemin doğru olduğu tüm şu yaşananlardan çıkarılacak yegane sonuçtur.90 ve sonrasına insan kirliliğinin yaratılmasında ki en önemli güç iktidar ideolojisinin toplum sathına yaygınlaştırılmasında bir araç olan televizyondur. Televizyon eleştirel düşüncesi öldüren bir güç olarak egemenlerin en iyi dostu olmuştur. Televizyon sayesinde hem okuma-yazma hem de tiyatro izleme oranları büyük düşüşler göstermiştir. Hatta denilebilir ki televizyon sanat alanında ki en büyük darbeyi tiyatroya vurmuştur.Tiyatro seyirci olmayınca ve seyirci düşünsel planda çok eksik olunca doğal olarak gelişememiş daha çok eğlenceye yönelik bir etkinlik olarak (bulvar, müzikal..) sürdürülmüştür.
geovisit();

SOHBET

Sohbet, beraberlik demektir. Halk dilinde sohbet deyince vaaz ve nasihat türü konuşmalar anlaşılır.Dinimizde ise dille yapılan nasihatten çok, aynı mecliste bulunmak, yan yana durmak, kalplerle kaynaşmak, sözden çok davranışlarla anlaşmak, halden anlamak, hal ve tavırlarla birbirini etkilemek, içten içe dertleşmek, gönülden gönüle haberleşmek kastedilir.Bu manaya uygun olarak Hz. Resûlullah (a.s.) Efendimizin nurlu nazarları altında oturan, kendisiyle aynı meclisi paylaşan, ona 'sevgiyle gönlünü açıp kalbini ilahi nurlarla dolduran ve şerefli sohbetlerine katılan müminlere "Sahabe" denmiştir. Sahabe-i Kiram, baş ve gönül gözleriyle Rahmet .Peygamberi'nin(a.s.) nurlu yüzüne bakıp, saadetli kalbinden ilahi nuru çekmişler, Rabbani şuur elde etmişlerdir. Allahu Teâlâ'nın cemalini ve en büyük ayetlerini gören Peygamber gözleri de Ashab-ı Kiram'a nazar ettikçe, ashabın kalpleri açılmış, imanlarına iman katılmış, yakınları artmış, vesvese kesilmiş, gönülleri sevgiyle dolmuştur.Sohbet kelimesinin lügat karşılığı, karşılıklı konuşmaktır. Fakat bu kelime, fiilî konuşmanın ötesinde bir manaya sahiptir. Sohbet, bir olmak, beraber olmaktır. Arkadaş, dost olmaktır. İrşad etmek, nasihat etmektir. Yani sohbet, ayrıca kalbin bir fiilidir ve kalpten kalbe irtibatı da sağlar. Şüphesiz böyle bir irtibat, sağlıklı sonuç verirse anlamlıdır. Bunun için de sohbetin uyulması gereken bir adabı, kuralları var. Hem sohbet edenler, hem dinleyenler için. Sohbet için bir araya gelen topluluk, rastgele toplanmış, şuursuz, gayesiz, sıradan bir topluluk değildir. Aksine duygu ve düşünce birliği taşıyan, birbirlerinin sevinç ve kederlerine ortak olan, gözünü Allah rızasına dikmiş, yüce hedefli bir topluluktur. Bu topluluğun sohbeti, dostluğu, “kişi sevdiğiyle beraberdir” (Buharî) hadis-i şerifinin sırrınca, öldükten sonra berzah aleminde ve cennette de devam eder. Sohbetle sahabi oldular Kur'an-ı Kerim'de, Allah Rasulü s.a.v.'in cemaatine, bir gaye etrafında toplanıp sohbet edenler manasına gelen “ashab” kelimesiyle hitap edilmiş, Efendimiz s.a.v. de kendisini görüp, sohbetine katılan müminlere “ashabım” demiştir. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz, mübarek hali, sözleri ve nazarlarıyla ashabını etkilemiş, onları sohbetle yetiştirmiştir. Kısa bir süre O'nun sohbetinde bulunmak, senelerce seyr u sülukla elde edilemeyecek mertebelere ulaşmaya vesile olmuştur. Efendimiz s.a.v.'den feyz almak isteyen Suffe Ashabı, gece gündüz Mescid-i Nebevî'de kalmışlardır. Tasavvuf erbabının sohbeti de böyle bir sohbettir. Onlar, irşad olmak için kâmil mürşidin sohbetine giderler. Kâmil mürşidler de onlara sohbet eder, ama bu sohbet çoğu kez sözle değil halle olur. İlim ve marifetin zirvesinde olan bu mübarek zatların yaptıkları sohbet, mesafe tanımaksızın hükmünü icra eder. Mıknatısın demiri çektiği gibi, dünyanın dört bir tarafından onların sessiz davetine koşan insanlar ıslah olup, hayata bakışları tamamen değişmiş olarak geri dönerler. Kâmil mürşidden aldıkları feyiz ve bereketle de kendi aralarında sohbete devam ederler. Sohbet ile vaazın farkı Dinî hakikatleri tesirli bir üslupla anlatma, cemaati kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe sevk etmede vaaz ve sohbetin hedefi müşterektir. Fakat sohbette vaazdan farklı bir takım hususiyetler vardır. Bu hususiyetlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Sohbette sözlü eğitim ve öğretimin yanı sıra, hal eğitimi ve manevi yansıma da vardır. Kâmil insanların lafızları kadar nazarları ve halleri de son derece etkilidir. Sohbet vesilesiyle, onların ilâhi muhabbet ve marifetle dolu gönüllerinden ortaya çıkan üstün hal ve sıfatlar manen cemaate akseder. Çoğu zaman salikler bu tesiri lâtifelerinde açıkça hissederler. Böylece irşadın tesiri açıkça görülür. Sohbette belirli bir metod dahilinde Allah'a ulaşmanın en sağlam ve en kısa yolu anlatılır. Bunun için daha ziyade nefs, zikir, rabıta gibi tasavvufî konular üzerinde durulur. Ayet ve hadislerin yanı sıra, büyüklerin menkıbelerinin anlatılmasına önem verilir. Böylece muhabbet artar, ibret alınır ve anlatılanlar güzel örnekler olarak hatırda kalır. Sohbette, ayet ve hadislerin zahir manalarının yanı sıra iş'arî manalara da yer verilir. Böylece dinleyenler tasavvuf alimlerinin Kur'an ve Sünnet'ten çıkardıkları gayet ince ve lâtif hikmetlerle, geniş bir tefekkür ufkuna yükselirler. Sohbet vesilesiyle cemaat birbirinden görerek, yaşayarak, edep, erkân öğrenir. Dinî nezaket, sevgi, şefkat, hizmet, fedakârlık gibi olgun ahlâkî özellikleri içine sindirir. Kardeşlik duygusu pekişir. Sohbet erbabının ilmî seviyesi İnsanlara Allah yolunu gösterip, onları hak ve hakikate davet edecek olan sohbet erbabı, önce kendisini iyi yetiştirmelidir. Dinî tahsil görmemiş olsa bile, kitap, dergi gibi, ama doğru şeyler söyleyen metinler okuyarak kendini yetiştirmelidir. Bu sadece sohbet eden için değil, herkes için gereklidir. Özellikle akaid ilmi çok iyi öğrenilmelidir. Aksi halde din adına başkalarına bir şeyler anlatayım derken, hem kendisinin hem muhataplarının imanı tehlikeye girebilir. Bundan başka Arapça bilmese bile, Kur'an-ı Kerim'i düzgün bir şekilde mahreciyle okuyabilecek durumda olmalı, fıkıh ilmini asgari seviyede de olsa bilmelidir. Bunlar aslında farz-ı ayın olan ilimlerdir. Her müslümanın bilmesi gerekir. Tasavvufa gönül vermiş bir sohbet erbabının, tefsir, hadis, siyer, İslâm tarihi ile ilgili eserleri okuması; felsefe, mantık, sosyoloji, edebiyat gibi ilimlerden haberdar olması da faydalı olacaktır. Hususen tasavvufla ilgili belli başlı kaynak eserlerden hiç değilse birkaçını bitirmiş olmalıdır. Böylece kendi meselelerini kolaylıkla anlayacak ve anlatabilecek bir seviyeye ulaşmış olur. Hiç mektep-medrese bitirmeyen fakat düzenli olarak okuyan, sohbet dinleyen bir salik, ameli de ihmal etmemek kaydıyla, bir zaman sonra ilmî sohbetler yapmayı başarabilir. Seyr u süluk hususunda da gayretli olursa, ondan gayet şevkli ve muhabbetli sohbetler zuhur eder. Tahsil edilen ilim, ilâhi marifete, gönülde Allah sevgisini tutuşturmaya ve O'ndan korkmaya vesile oluyorsa gayesine ulaşmış demektir. Aksi halde, Kur'an'ın ifadesiyle “kitap yüklü merkep” olmaktan öteye geçilemez. Sohbete hazırlık Sohbet erbabı, İslâm'ın yüce hakikatlerini tebliğ etmekte ve aslında Allah ve Rasulü adına konuşmaktadır. Bu sebeple ağızdan çıkan her kelimeye dikkat etmelidir. Sözlerini Kur'an, Sünnet veya muteber Ehl-i Sünnet alimlerinin, sufilerin içtihatlarına dayandırmalı, kendi şahsi fikrine göre konuşmamalıdır. Herhangi bir konu etrafında hazırlık yaparken muteber kaynaklar seçmeli, aynı konuyu birkaç kaynaktan araştırmalı ve notlar almalıdır. Dinleyenler arasında tartışmaya, fitneye yol açabilecek mevzularda, iyice tetkik edip düşünmeden konuşmamalıdır. Hatip, sohbet esnasında kullanmak üzere şu unsurlardan faydalanır: Ayet ve hadis: Anlattığı konuyla ilgili ayet(ler) varsa bir veya birkaç tane nakletmeli ve bunları da yerinde ifade etmelidir. Ayrıca hadislerden de birkaç örnek nakletmelidir. Ancak mevzu (uydurma) hadislerden şiddetle kaçınmalı, sufi alimlerin sözlerini de hadislerle karıştırmamalıdır. Arapça bilmiyorsa, muteber meal ve hadis kitaplarından, tefsirlerden istifade etmelidir. Menkıbe: Sohbet esnasında menkıbe anlatarak konuya gerçek hayattan örnekler vermelidir. Menkıbeler, muhabbetin temini ve manevi bir atmosferin oluşması için faydalıdır. Kur'an ve Sünnet'te bu metod kullanılmış, geçmiş peygamberler ve ümmetlere dair birçok kıssa anlatılmıştır. Edebi eserler: Bostan ve Gülistan, Baharistan, Mesnevî gibi hikmet dolu eserlerde geçen hikayeler hitabet malzemesi olarak kullanılabilir. Dinî, hikmetli, ahlâkî ve tasavvufî şiirler de faydalıdır. Şiirler hatibe ilham, dinleyenlere heyecan kaynağı olur. Fakat sohbetteki lâtife, hikaye ve şiirler yerli yerince ve yeterince olmalıdır. Şahsi tecrübeler: Hatip kendini açıkça veya ima ile metheden beyanlardan kaçınmak şartıyla, bizzat yaşadığı tecrübelerden ve müşahedelerden cemaatine bahsedebilir. Güncel konular: Hatip, zamanın mühim hadiselerinden, yaşanan hayattan habersiz kalamaz. Aksi takdirde yaşanan gerçeklerle uyuşmayan, yol gösterici olmayan sözler sarfeder ki, bu da insanların işini zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramaz. Görsel anlatım: Yeri geldiği zaman meselenin daha iyi anlaşılması için hatip, konuyu basit şekil ve grafiklerle izah etmeli, gerekiyorsa teknik imkanlardan da istifade etmelidir

FIKRA

Fıkra, yaşamsal olaylardan hareketle anlatılan, anlatılanlardan bir sonuç çıkarma amacında olan, nükte, hiciv, mizah unsuru barındıran kısa sözlü ürünlerdir.Mizah sanatının en temel unsurlarından fıkralar, çok eskiden beri var olan edebi metinlere örnek teşkil ederler. Türkiye özelinde fıkra, çoğu zaman şahıs, yöre, topluluk ile özdeşleştirilir, ve bu unsurlara ait güldürücü ögeleri hatırlatışı ile güç kazanır. Nasreddin Hoca fıkraları, Karadeniz Fıkraları, Bektaşi Fıkraları bunlara örnektir.Fıkralarda siyasal ve toplumsal olaylar ele alınırken belgelere,kanıtlara,aşırı ayrıntıya yer verilmez iddalı ve ispatlayıcı yönü ağırlıklı değildir

DENEME

Deneme, bir yazarın belli bir konuya ilişkin kişisel duygu ve düşüncelerini anlattığı metinlere denir. Bu tür ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve Essais (Denemeler) adıyla yayımladı. Bugün bir çok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu.Deneme, yazarın belli bir konuda görüşlerini kısa biçimde anlattığı edebiyat türüdür. Denemelerde, edebiyat, sanat, insanlar, gelenekler, hatta gülünç olaylar gibi değişik konular ele alınabilir. Örneğin, İngiliz yazar Charles Lamb 19. yüzyılın başlarında, "Domuz Rostosu Üzerine" adlı bir deneme yazmıştı. Bu denemede ateşle oynamayı seven bir Çinli çocuğun rastlantı sonucu kızarmış domuz etini tadan ilk insan olduğu mizah yollu anlatılıyordu.İyi bir deneme yazmanın yollarından biri, belli bir konudaki düşünceleri önce bir kâğıda gelişigüzel not etmektir. Bundan sonra not edilen düşünceleri, anlaşılmalarını kolaylaştıracak bir düzene sokmak gerekir. Bir deneme için her zaman, okurun ilgisini çekecek ve denemeyi sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir giriş cümlesi çok önemlidir. Deneme, aynı ölçüde dikkat çekici bir biçimde de bitirilmelidir. Denemeyi okurken yazarla birlikte düşünsel yolculuğa çıkan okurun sonunda düş kırıklığına uğramaması, demene yazarı açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır.Öte yandan, düşüncelerin paragraflara göre düzenlemesi gerekir. Öne sürülen her yeni düşünce için ayrı bir paragraf kullanılmalı ve her paragrafta bir ana düşünce işlenmelidir. Birçok deneme üç ya da daha fazla paragraftan oluşur. Denemenin paragraflara bölünmesi, söylenmek istenilenin kolay ve açık bir biçimde ortaya koyulmasını sağlar. Deneme Fransız yazar Montaigne ile başlamış olmasına karşın, daha sonraki yıllarda İngiliz yazarlar tarafından geliştirilmiştir. Ünlü İngiliz denemecileri arasında Francis Bacon, Joseph Addison ile İrlandalı Richard Steele sayılabilir. ABD'li en ünlü deneme yazarları Ralph Waldo Emerson ile Henry David Thoreau’dur. Edgar Allan Poe şiir üstüne, James Thurber de mizah türünde yazdığı denemelerle okurlarını etkilemişlerdir.Montaigne’den sonraki ünlü Fransız deneme yazarları arasında Theophile Gautier, Anatole France ve Hippolyte Taine sayılabilir.Türk edebiyatına deneme türü, Batı edebiyatlarının etkisiyle Tanzimat'tan sonra girmiş ve Cumhuriyet'ten sonra gelişmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmed Haşim ve Falih Rıfkı Atay aynı zamanda başarılı deneme yazarlarıydı. Deneme türünün en güzel örneklerini ise Nurullah Ataç verdi. Bu türde örnekler veren öbür önemli yazarlarımız arasında ise Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyuboğlu, Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Melih Cevdet Anday, Memet Fuat, Salah Birsel, Nermi Uygur, Fethi Naci, Cemal Süreya, Füsun Altıok ve Selim İleri sayılabilir.

MAKALE

Yazarın belli bir konuda, genellikle günlük politika ile ilgili görüşlerini dile getirdiği kısa metinlerdir. Makale, asıl gazetelerin yaygınlaşması ve gelişmesiyle kendini gösteren bir edebi türdür. Yazar bu kısa yazılarda çeşitli konulara ilişkin kişisel görüş eleştiri ve önerilerini sıralayabilir. Ya da politik veya toplumsal sorunlara değinebilir. Konular politikanın yanı sıra, bilim, dil, kültür gibi yazarın tercih ettiği herhangi bir alan da olabilir. Makalenin amacı, açıklama, eleştiri, tanıtım, bilgilendirme de olabilir. Ama genellikle eleştirel tutum ön plandadır. Makaleler, günlük yazıldıktan sonra bir araya getirilerek makale kitapları şeklinde yayınlanabilir.Wikipedia’nın tanımı:Genel Anlamda Makale :Bir gerçeği açıklamak, bir konuda görüş ve düşünceler öne sürmek ya da bir tezi savunmak, desteklemek için yazılan yazılara makale denir.Özellikleri* Anlatım yalın ve yoğundur, nesnel bir nitelik taşır.* Öne sürülen düşünce ve tez kanıtlanır.* Söz oyunlarına başvurulmaz, süslü anlatımdan uzak durulur.* Her konuda makale yazılabilir.* Gazete ve dergilerde yayımlanır.Diğer bir tanımMakale, bilim, fen konularıyla siyasal, ekonomik ve toplumsal konuları açıklayıcı veya yorumlayıcı niteliği olan gazete ve dergi yazısı.Yazarın belli bir konuda, genellikle günlük politika ile ilgili görüşlerini dile getirdiği kısa metinlerdir. Makale, asıl gazetelerin yaygınlaşması ve gelişmesiyle kendini gösteren bir edebi türdür. Yazar bu kısa yazılarda çeşitli konulara ilişkin kişisel görüş eleştiri ve önerilerini sıralayabilir. Ya da politik veya toplumsal sorunlara değinebilir. Konular politikanın yanı sıra, bilim, dil, kültür gibi yazarın tercih ettiği herhangi bir alan da olabilir. Makalenin amacı, açıklama, eleştiri, tanıtım, bilgilendirme de olabilir. Ama genellikle eleştirel tutum ön plandadır. Makaleler, günlük yazıldıktan sonra bir araya getirilerek makale kitapları şeklinde yayınlanabilir.ANSI’nin (Amerikan Ulusal Standartlar Enstitüsü) tanımı şöyledir: Bilimsel makaleler, bilgi birikimini önemli ölçüde genişletmek, belirli bir bilgiyi veya anlayışı teyit etmek amacıyla yazılan ve nitelikli bir araştırmacının verilen bilgilerden hareket ederek,a) Araştırmayı aynı koşullarda tekrarlamak suretiyle sonuçların doğruluğunu test edebileceği,b) Kurgulanmış olduğu çalışma Yazarın gözlemlerini, hesaplamalarını, mantık yürütme biçimini ve kuramsal çıkarımlarını izleyebileceği,c) Sonuçların geçerliliğini yargılayabileceği, yazım biçiminde iddialar yanında yetersizlik ve kısıtların da vardır.Amacı ne kadar bilgilendirmek, aydınlatmakta olsa makaleler bir sebepler topluluğunun var ettiği sonuçlar birliğidir.

MASAL

Hayal dünyamızı süsleyen, bizi gerçek hayattan alarak, rüyalar alemine götüren dertlerimizi, sıkıntılarımızı bir an da olsa unutturan masalların mazisi oldukça eskidir. Masal derlemelerimiz sırasında, hangi kaynak şahsımıza, ‘Bu masalı kimden dinledin’ diye sorduysak, hepsi de ‘büyüklerimizden, annemden, babamdan, dedemden, ninemden’ gibi cevaplar vermiştir.
Eğer büyükler/anneler/babalar … hayatta olsaydı herhalde onlar da aynı cevapları verecekti ve bu durum bir zincirleme şeklinde, bilemediğimiz bir zamana doğru uzayıp gidecektir.
İşte, geçmişi çok eskilere dayanan masallarla ilgili olarak başta sözlükler olmak üzere Türk ve yabancı araştırıcılar, değişik tarifler yapmaktadır. Saim Sakaoğlu, Gümüşhane Masalları Metin Toplama ve Tahlil adlı eserinde, o zamana kadar yapılan en önemli masal tariflerini verdikten sonra, kendisi de, ‘Kahramanlarından bazıları hayvanlar ve tabiatüstü varlıklar olan, olayları masal ülkesinde cereyan eden, hayal mahsulü olduğu halde, dinleyicileri inandırabilen bir sözlü anlatım türüdür’ der.1
Pertev Naili Boratav ise masalı şu şekilde tarif etmektedir: ‘Nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlarından ve törelerden bağımsız, tamamıyla hayal ürünü, gerçekle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı’.2
Şükrü Elçin de Halk Edebiyatına Giriş adlı eserinde, masallardan bahsederken, ‘… İşte, böyle bir zaman içinde, köklü geleneğe bağlı, kolektif karakter taşıyan, ‘hayali-gerçek’, ‘mücerret (soyut b.n.)-müşahhas (teşhis edilmiş, tanınmış b.n.)’, ‘maddi-manevi’ birtakım konu, macera, vak’a, problem, motif ve unsurlar, nesir diliyle, vakit geçirmek, insanları eğlendirirken terbiye etmek düşüncesinden hareketle, hususi bir üslupla anlatılır veya yazılır’ der.3
Yine masal konusu üzerinde çalışmış olan bilge Seyidoğlu ise, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi için hazırlamış olduğu ‘masal’ maddesinde şöyle der: ‘Masal kelimesi ile halk arasında, yüzyıllardan beri anlatılmakta olan ve içinde olağanüstü kişilerin, olağanüstü olayların bulunduğu, ‘bir varmış, bir yokmuş’ gibi klişe bir anlatımla başlayan, belli bir uzunluğu olan, sonunda, ‘yedi, içti, muratlarına erdiler’ yahut ‘onlar erdi muratlarına, biz çıkalım kerevetine, gökten üç elma düştü biri anlatana, biri dinleyene, biri de bana’ gibi belirli sözlerle sona eren, zaman ve yer kavramlarıyla kayıtlı olmayan, bir sözlü anlatım türü kastedilmektedir’.4
Taşeli Platosu Masallarında Motif ve Tip Araştırması adlı bir doktora tezi hazırlayan Ali Berat Alptekin de, çalışmasının önsözünde, masalı şöyle tarif eder: ‘Masal, nesirle söylenmiş ve dinleyicileri inandırmak gibi bir iddiası olmayan, tamamı ile hayal ürünü olan mensur bir türdür’.5
Hiç şüphesiz, yukarıdaki tariflerin hepsinde doğru olan taraflar olduğu gibi eksik kalan yönler de vardır. Biz, bu açıklamaları da göz önüne alarak, masalları şu şekilde tarif etmeyi uygun bulduk: ‘Genellikle özel kişiler tarafından, kendisine mahsus (olağanüstü) zaman, mekan ve şahıs kadrosu içinde, yaşanılan hayatla hayal edilen hayatın sistemli bir şekilde ifade edildiği, klişe sözlerle başlayıp, yine klişe sözlerle biten hayal ürünü sözlü anlatım türüdür’ ”.
1 Saim Sakaoğlu, Gümüyhane Masalları Metin Toplama ve Tahlil, Ankara 1973, 5.
2 Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul 1982, 75.
3 Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara 1986, 369.
4 Bilge Seyidoğlu, Masal, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 6.cilt, İstanbul 1986, 149-153.
5 Ali Berat Alptekin, Taşeli Platosu Masallarında Motif ve Tip Araştırması, Erzurum 1982, 7 (yayımlanmamış doktora tezi

Hikaye

Yaşanmış veya tasarlanmış bir olayı, bir durumu; yer, kişi ve zaman belirterek anlatan kısa yazılara öykü(hikaye) denir. Genellikle romandan kısa olurlar, dar bir zamanı kapsarlar, kişileri romana göre daha azdır, anlatılanları tek ve sınırlıdır ve olayla ilgili yer ve zaman belirtirler. Serim düğüm ve çözüm denilen üç bölümden oluşurlar.Olayı sürükleyen bir kişi(öykünün kahramanı) vardır. Hikaye kısalığı ve kurgusuyla masala, kişilerin nitelendirilmesi, eylemin işlenişi ve canlandırılmasıyla da romana yaklaşır. Hikayenin kısalığı yapısal olarak, kişinin niteliğiyle geliştiği eylem arasındaki sıkı bağdan kaynaklanır. Hikayenin çerçevesi, çoğu kez anlatıcının durumunu belirterek çizilir. Halk hikayeleri; konuları bakımından, Aşk Hikayeleri ve Kahramanlık Hikayeleri olarak ikiye ayrılır.Aşk hikayelerine örnek olarak Kerem ile Aslı’yı, kahramanlık hikayelerine ise Köroğlu ile Kirmanşah’ı verebiliriz. Türk hikayeciliği en parlak dönemini, Cumhuriyet döneminde yaşamıştır. Edebiyat-ı cedide döneminde hikaye türleri iyice gelişmiştir. Bu dönemdeki yazarların çoğu(Halide Edip Adıvar, Hüseyin Cahit Yalçın vb.) romancılığı öne almışlardır, hikayeciliği bir yan uğraş olarak kullanmışlardır.

ROMAN

Bir düzyazı türü olan roman, insan ilişkilerini anlatımıdır diyebiliriz. İnsanın yaşadığı Serüvenler, iç dünyasının gerçekliği; insan-insan, insan-mekan, insan-doğa ilişkileri yaşadığı ortamın özellikleri toplumsal olay ya da olgular ekseninde belli insanlık durumları öne çıkarılarak işlenir. Romanın burjuva toplumunun bir ürünü olduğu, 18. ve 19. yüzyılda gerçek kimliğine kavuştuğu söylense de; burjuva öncesi dönemde, özellikle Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında kimi roman örneklerine rastlamaktayız. Romanın ortaya çıkışında söylenceler, destanlar, kahramanlık öyküleri ve masalları ilk kaynak olarak alabiliriz. Roman sanatının günlük yaşama dönük soyutlayıcı bakışı öncesinde ise söylenceler, mitolojik öyküler, şövalye ve kahramanlık öyküleri, anılardır. Romana ilk elden kaynaklık eden Pikaresk roman anlayışıyla yeni bir insan tipi ortaya çıkarılır. Romandaki ana figür olan tip dünyaya ve toplumsal yaşama aşağıdan yukarıya doğru yönelmiş bir bakışla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaşar. Sürekli bir dönüşüm içindedir. İlk başarılı roman örneğini 17. Yüzyılda Miguel de Cervantes (1547-1616) Don Quijote (1605-1615) adlı yapıtıyla verir. 18. yüzyılda, Cervantesin açtığı gerçekçi yolda, roman sanatının gelişmesinin ilk öncüleri İngiliz romancılar Samuel Richardson (1689-1761) ve Henry Fieldingin (1707-1754) ürünlerine rastlarız. Gerçeğe, tarihe bağlılıkları romanı olaylar dizisi anlatan, kahramana bu bakımdan anlamlar yükleyen bir tür olarak, diğer türlerden ayrıcalıklı bir yere getirir. 18. yüzyıla gelindiğinde romanın etkinlik alanı genişlerken; yaşanmışlık duygusunun ağır bastığı olayların hikaye edilmesiyle de yeni bir dönem başlar. Daniel Defoenün (1660-1731) Robinson Crusoede (1719) ıssız adaya sığınan insanın serüvenini anlatmasını roman sanatının gelişimine katkı olarak alabiliriz. Roman sanatının anıların ötesinde bir edebiyat türü olduğunun, belki de altını en iyi çizen, bir romandır. Ayrıca bu tür bir romanın ortaya çıkış koşullarını da ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Çünkü bu yüzyıl bilimde, teknoloji ve toplumsal gelişmelerde birçok şeyin önünü açacak olan bir dönemin başlangıcıdır. Goethenin (1749-1832) Faustunun (1831) bu süreçte çıkmış olması da önemlidir. Aydınlanma düşüncesi, kuşkusuz, romanın gelişimini de etkilemiştir. Bu anlamda Faust yeniçağın simgesi durumundadır. Romantizmin etkin olduğu bu süreçte aydınlanma romanının ilk nüveleri verilmektedir. Diderot (1713-1784) Rameaunun Yeğenini (1762-63), J. J. Rousseau (1712-1778) Yalnız Gezerin Hayallerini yazar. Puşkin (1799-1837) Yüzbaşının Kızı, Lermontov (1814-1841) Zamanımızın Bir Kahramanı romanlarıyla; Victor Hugo (1802-1885) roman külliyatıyla yeni dönemin hazırlayıcı yazarlarındandırlar. Romanda bakış açısının kurulması, anlatım biçiminin belirlenmesi, romanın yapısını oluştururken kahraman, çevre, olay ekseninde gelişen bireysel ve toplumsal durumların romanın bu yapısı içinde yer alış biçimi. . . gibi roman sanatına dair sorunlar 19. Yüzyıl romanıyla gündeme gelir, ele alınır. Roman kuramının asıl oluşma süreci de bu dönemde başlar. Stendhal (1783-1842), Balzac (1799-1850) Flaubert (1821-1880), Turgenyev (1818-1883), Dostoyevski (1821-1881), Tolstoy (1828-1910), Zola (1840-1902), Henry James (1843-1916), Proust (1843-1916) yüzyılın önemli romancıları olarak öne çıkmaktadırlar. 20. yüzyıla gelindiğinde roman sanatı bireyin zaferi olarak algılanır. İnsanlığın tarihinin dönüm noktalarında varolan bir sanat olarak yerini almıştır. Feodalizmin yıkılıp burjuvazinin ortalya çıkışı bir bakıma romanın da tarihini yazıyordur. Romanın gelişme çizgisi bu eksende yerini bulur. 19. yy. romanı bunun kanıtıdır. Yeni yüzyıl ise roman sanatı adına arayışlar, buluşlar, yenilikler getirir. Yeni anlatım yolları, teknikler denenir. Roman, edebiyat ortamlarında kabul gören bir tür olur. Yenilikçi bir roman anlayışının öncülerine yüzyılın başlarında rastlamaktayız

Düz Yazı Türleri

  • ROMAN
  • HİKAYE
  • MASAL
  • MAKALE
  • DENEME
  • FIKRA
  • SOHBET
  • ELEŞTİRİ
  • GÜNLÜK (GÜNCE)
  • HATIRA (ANI)
  • BİYOGRAFİ
  • OTOBİYOGRAFİ
  • MEKTUP
  • GEZİ YAZISI
  • TİYATRO
  • TRAJEDİ
  • KOMEDİ
  • DRAM